Onur Sazak, 2022 yılından bu yana Medyascope'un Genel Müdür Yardımcılığı’nı yürütmektedir. 2021-2022 döneminde Mercator-İPM Araştırmacısı ve İstanbul Politikalar Merkezi-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi bursiyeri olarak araştırmalarını sürdüren Sazak; öncesinde Uluslararası Basın Enstitüsü'nün (IPI) bağımsız danışmanlığını yürütmüş, enstitünün Türkiye merkezli proje koordinatörü olarak çalışmıştır. Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı'nda (TÜSEV) Değişim için Bağış projesinin koordinatörlüğünü Eylül 2019-Mayıs 2021 tarihleri arasında üstlenen Sazak; 2005 yılında başlayan sivil toplum yolculuğunda Açık Toplum Vakfı Türkiye, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi, Hudson Enstitüsü ve Brookings Enstitüsü gibi önemli sivil toplum örgütleri ve düşünce kuruluşlarında, araştırmacılıktan program yöneticiliğine uzanan çeşitli pozisyonlarda bulunmuştur. Sazak, lisans ve yüksek lisans eğitimlerini Washington, D.C.'deki American University'de Uluslararası İlişkiler ve Uluslararası Ekonomik Politikalar alanlarında tamamlamıştır. 2018 yılında Sabancı Üniversitesi'nden Siyaset Bilimi doktorasını almıştır.

Lee Anne, sıcak ve nemden üzerine yapışmış beyaz keten elbisesinin uyandırdığı histen son derece rahatsızdı. Nasıl olmasındı?! On yedisine henüz basmıştı ama kilosu yetmişi, boyu bir sekseni aşmıştı. Elbisesini alalı daha dört beş ay olmamışken yüzme dersinde giydiği yüzücü mayosundan daha sıkı sarmıştı bedenini. Üstelik Tanrı’nın evindeydi. Herkesin iki dirhem bir çekirdek giyindiği pazar ayinine, sanki birazdan üzerinde paralanacak gibi görünen keten bir elbiseyle gelmişti. Daha birkaç ay önce, bu elbisenin üzerinde çarşaf gibi durduğuna cemaatteki kimseyi ikna edemeyeceğini bilmenin huzursuzluğuyla, oturduğu tahta sıranın nemli yüzeyi üzerinde bir sola, bir sağa doğru kıvrandı. 

İlk günden beri “Tanrı’nın evi”ne ayağını sürüyerek giden Lee Anne için sıcak, bu pazar gününü iyice çekilmez bir hâle getirmişti. Normal bir sıcak olmadığı; kilisenin beyaz çan kulesine tezat bir arka plan oluşturan, kızıldan griye çalan gökyüzünden belliydi. Daha güneşin batışına on iki saatten fazla olmasına rağmen gökyüzünü kaplayan mahşerî kızıllığın ve ufka doğru yoğunlaşan alaca karanlığın nedenini bütün Balmy Oaks sakinleri, Santa Barbaralı ve Kaliforniyalılar gibi Lee Anne de çok iyi biliyordu. 

İklim krizinin artık ayyuka çıktığı son on – on beş yıldır dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Kaliforniya’nın uçsuz bucaksız ormanları da her yaz düzenli olarak yanıyor, yok oluyordu. Kasaba halkı, eyalet sakinleri, Birleşik Devletler vatandaşları, dünyayı kendilerine ev edinmiş tüm mineral, bitki ve hayvan türleri; olanın bitenin farkındaydı. Sadece içlerinde düşünme ve konuşma becerilerine sahip olan o özel tür, bu emsalsiz yetilerini maharetle kullanarak sonlarını getirecek krizi inkâr ediyor, dünya üzerinde yarattıkları cehennemdeki sorumluluklarını reddediyorlardı. Balmy Oaks ahalisi, bu anlamda kendi türünün kusursuz bir numunesiydi.  

Bunun haricinde, Lee Anne’i meşgul eden bir şey daha vardı: ısı dalgaları. Kilisenin kapısından henüz içeriye adımını atmadan binadan yansıyan, asfalttan çıkan, kilisenin ahşap duvarlarından buram buram sızan ısı dalgalarına dalıp gidiyordu. Sanki bir şeyi ya da birisini görmeyi bekliyordu. Özel ders aldığı, Amerika’ya bir savaşın ortasından çıkıp gelen matematik öğretmeni aklını çelmişti. Bir keresinde ona, Hollywood’un, hayaletleri yeterince anlamadığını söylemişti. “Bir yere hayalet geldiğinde filmlerinizdeki gibi ısı düşmez, insanların nefesi buharlaşmaz, aksine hayalet görmek istersen sıcak yerlere gideceksin, alevlerin içine bakacaksın. Ben annemi, babamı, kardeşlerimi öyle görüyorum,” demişti. 

***

“Kardeşlerim!” 

Rahip Eldridge’in sesi, sadece kilisenin ahşap duvarlarında değil Lee Anne’in düşünceli kafasının iç çeperlerinde de yankılandı. Dalgaları bırakıp kürsüye baktı. 

“Cemaatimizin pek kıymetli üyeleri!”

Doğru söylüyorsunuz saygıdeğer peder, diye onayladı Lee Anne içinden. Hepsi birbirinden “kıymetli.” Hatta en yüceleri ön sıraya inci gibi dizilmişler. Elektrik ihtiyacımızı karşılayan yüz elli kilometre ötedeki nükleer reaktöre rağmen içinde binlerce canlının yaşadığı koruyu kesip yerine termik santral kuran mühendis Roy Krieger; kasabanın toplum ve kültür merkezlerini birbiri ardına yıkıp yerlerine AVM diken müteahhit Arlin Fletcher; ikilinin “pis işlerini,” yani inşaat, altyapı ve hafriyat faaliyetlerini yürüten saygıdeğer babam Lee Kendrick ve hanedanlarının ana kraliçeleri nasıl da bütün azametleriyle, biz zavallı günahkârları cennetin kapılarına bizzat kendileri götüreceklermiş gibi oturuyorlar. 

“Tanrı’nın gazabı üzerimizde!” diye kükredi Rahip Eldridge. 

Tanrı’nın gazabını bilemem ama Krieger ve Fletcher’in kızlarınınki kesinlikle benim üzerimde, diye mırıldandı Lee Anne. 

Akranlarınca “Orijinal, Malibu ve Elmas Barbie” diye adlandırılan Krieger’ın iki, Fletcher’ın tek kızı; dış görünüşlerine gösterdikleri özenle lakaplarının hakkını verseler de okulda ve okul dışında estirdikleri terörle Barbie serisinden çok G.I. Joe karakterlerinden ilham alıyor gibiydiler. 

Liseden mezun olmamakta ısrarlı bu gençler; ergenliğin alışılagelmiş sürtüşmelerinden sıkılmış olacaklardı ki, nefret repertuarlarını genişleterek ailelerinin servet ve nüfuzlarından aldıkları cesaretle, farklı olana karşı kendi mütevazı Haçlı Seferleri’ni başlatmışlardı. 

Aileleri arasındaki ortaklık, beyaz oluşu, göreceli olarak zengin sınıfına aidiyeti Lee Anne’i birkaç ay öncesine kadar Barbielerin lanetinden korumuştu. Zira kıyafetlerinin dar geldiğini fark ettiği ilk sabah, görünmezlik tılsımını da yitirdiğini anladı. Lee Anne artık onlar için kolay bir lokmaydı. Aldığı kilolarla göklerdeki yüce babamızın cennetinden kovulmuş, hatta olgunlaşınca ağırlığından dolayı dalından düşen meyveler gibi tam ortalarına düşmüştü. 

Lee Anne; uğradığı hakaretlerle, tacize varan el şakalarıyla, hatta ara sıra tartaklanmayla başa çıkabilirdi. Ağrıları dinecek, morlukları geçecekti. Peki ya ölüm tehdidiyle? Bir insan, kilosu yüzünden yaşamıyla tehdit edilebilir miydi? Lee Anne edilmişti. Hem de daha iki gün önce. Dondurmacı Leo’nun bitişik sokağının kuytusunda Barbieler tarafından sıkıştırılmış, içlerinden birisi Hermes çantasından çıkardığı sustalı çakının henüz boş olan yuvasını karnına dayamıştı. Lee Anne, yuvasından çıktıktan sonra karnının derinlerine doğru ilerleyecek bıçağın acısını tahayyül etmeye çalışırken Tabitha’nın elindeki kalın ciltli fizik kitabını bıçağı tutan Elmas Barbie’nin kafasına geçirişini hatırladı. İçinden derin bir ah, Tabitha çekti.  

“Homoseksüeller, mülteciler,” diye haykırdı Eldridge, “Meksikalı torbacılar, tecavüzcüler, katiller… Nezih kasabamızı saran alevlerle imanımızı sınıyorsa bugün Yaradanımız, bunun tek nedeni içimize sızan bu günahkârlardır; çocuklarımızın aklını günaha çelen, aile yapımızı bozan, topluluğumuzu uyuşturucuyla yozlaştıran, kadınlarımıza tecavüz eden, çalışkan ve dürüst Amerikalıların işlerini hileyle ellerinden alan bu hainlerdir.”

Ah, peder, dedi Lee Anne, yine kimsenin duymayacağı derinlerde saklı sesiyle, görecektin o gizli hainleri, aleni günahkârları perşembe akşamı; dini bütün cemaatinin beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, çalışkan ve dürüst Amerikalıları, bedenimi kevgire çevirmek üzereyken beni ellerinden nasıl kurtardıklarını. Basketbol takımındaki insanüstü performansını görmezden gelerek sırf hemcinslerine duyduğu ilgi, kaslı kolları, kısa saçı yüzünden “Kocaoğlan” diyerek aşağılamaya çalıştığınız Tabitha Perkins’in, Elmas Barbie’nin elinden bıçağı almasını… Halep’te bombalanan apartmanlarının sığınağında derisini bıraktığı gövdesini, kızların yavuklularıyla Lee Anne arasında siper eden Vahit El-Mashi’yi… Ya da evine kadar eşyalarını taşıyan, tek omuzuyla da Lee Anne’in güçlükle ayakta tuttuğu vücuduna destek veren, Meksika’ya sınır dışı edilen babası geçen yıl doğum gününde sınırı geçmeye çalışırken gönüllü bir sivil muhafız tarafından iki kaşının ortasından vurularak öldürülen Alonzo Alvarez’i…

Bunlar günahkârsa şu ön sırada oturan insanlar ne, diye iç geçirdi Lee Anne. Hiç ihtiyaç olmamasına rağmen siyasi geleceği ve rantı için binlerce ağacı katledip yerine hepimizin sağlığını, güvenliğini tehdit eden termik santrali kuran Bay Krieger, mesela? Ya da yoksul ailelerin çocuklarının okul sonrası vakit geçirdikleri, beceri kazandıkları, böylece suçtan uzaklaştıkları toplum merkezlerine çökerek onları AVM’ye çeviren müteahhit Fletcher? Peki, yüzlerce dar gelirli yurttaşını, komşusunu -gerektiğinde zor kullanarak- varoşlarındaki evlerinden çıkartmak suretiyle Krieger’ın ve Fletcher’ın ekmeğine yağ süren özbeöz babam? Bunlar mı kasabanın azizleri? Hafta sonlarını yoksul ailelerin çocuklarına gönüllü basketbol dersi veren Tabitha değil, gönüllü itfaiye eri olarak yangından yangına koşturan Alvarez ve kuzenleri değil, üç yıl öncesine kadar dört işlem yapamayan lisemizin yarısına ileri matematik öğreterek liselerarası ortalamamızı ikiye katlayan Vahit değil ama bunlar, öyle mi? 

“Kardeş…” Eldridge’in sesi iki yana açılan kilise kapılarının duvara çarpmasıyla çıkan gümbürtüyle kesildi. 

“Patron! Bay Kendrick! Kurtulduk, müjde, kurtulduk!” diye haykırdıktan sonra üstü başı isle kaplı bir adam ön sıralara doğru ilerlerken sendeleyip düştü. 

Lee Anne, adamı ismen tanımıyordu fakat babasının çalıştığı çeşitli şantiyelerde onu daha önce görmüştü. 

Biraz kendine geldikten sonra, kepçe operatörü Ralph mucizeyi cemaatle de paylaştı. Gönüllü itfaiyeciler ve kazıcılar, santrali ve çevre yolunu kuşatacak şekilde kazdıkları hendeği tamamlamış, rüzgârın da yön değiştirmesiyle alevler santralden uzaklaşmaya başlamıştı; çevre yolunu saran yangın ise sönmüştü. Yardım yoldaydı. Kasabalının kaçış güzergâhı yeniden açılmıştı.  

Hikâyesini bitiren Ralph’in yüzünde hiçbir isin ya da pusun gizleyemeyeceği türden bir acı belirdi. 

“Patron, alevler… Alevler hepsini yuttu. Alvarez ve kuzenleri ve diğerleri… Önce yangının dışındaydılar. Bir anda alev kapanının içinde kaldılar. Ve hepsi… Diri diri… Önce çığlıklar… Sonra uğultular… Sonra o cızırtı ve koku…”

Birinci sıra ve Eldridge, yüzlerindeki korku -biraz da tiksinti- dolu ifadeyle yaşamını kıl payı kurtarmış bu adama acınası gözlerle bakıyor ve sanki onun yaşamının niye bahşedildiğini sorguluyorlardı. 

“Kocaoğlan ve yanık Suriyeli,” dedi dizlerinin üzerindeki karaltı, patronlarının düşüncelerini okumuşçasına. 

“Santral ile korudan kalan ağaçlığın önüne hendek kazıyordum. Sanki birer köprüymüşçesine, tek tük kalmış kavakları tırmanarak üzerime doğru geldi alevler. O anda panik ve korkuyla kepçemi hendeğin içine sürdüm. Alev battaniyesi bütün gökyüzünü sarmıştı. Yanmaya fırsat kalmadan sıcaktan eriyeceğimi düşünürken omuzlarımdan tutup beni kepçenin kabininden de, hendekten de çekip çıkarıverdi dört el. Kendime geldiğimde sadece arkalarını gördüm. Ama onlardı. Nerede görsem ikisini de tanırım. Siz de biliyorsunuz, bizlere pek benzemiyorlar.”

Lee Kendrick ön sıradan çıkmış, yerdeki işçisinin yanına çömelmişti. 

“Peki neredeler şimdi, Kocaoğlan’la Suriyeli kadavra? Çünkü artık ödülü hak ettiler.” 

Arkasında duran Fletcher’ın kulağına ise şöyle fısıldadı: 

“Duydun mu, Fletch? Alvarezler ailece mevta. Suriyelinin külleri de muhtemelen Pasifik’e doğru uçuşuyordur. Yani, gelecek hafta iş makinalarımla sığınmacı kampının ve varoşların olduğu son parsele girdiğimde her zamanki karşılama ekibi orada olmayacak. Kısacası, dostum, yeni alışveriş merkezin şimdiden hayırlı olsun.” 

Lee Anne, babasının yüzünde beliren alaycı tebessümü az ya da çok tahmin edebiliyordu. Müteahhide söylediklerini de duymuştu. Dönüp bakmadı. Hayır, “aziz”lerin yüzünden akan çirkinliğe tahammül edemeyeceği, öğüreceği veya kusacağı için değildi bunun nedeni. Gözyaşlarını tutamamaktan korkması veya kendisine hâkim olamayıp içlerinden rastgele birisinin boğazına sarılacağından da değildi çünkü o başka bir şeye bakıyordu. Kilisenin kapısındaki ısı dalgasının içinde beliren üç siluete.