Ankara’da doğdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi İşletme bölümünden mezun oldu. Nottingham Üniversitesi’nde MBA, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde yüksek lisans programlarını tamamladı. Halen Anadolu Üniversitesi AÖF Sosyoloji bölümündeki öğrenciliğini sürdürmekte.
İş hayatına bir bankada başladı; farklı sektörlerden yerli ve yabancı firmalarda finansman müdürü, idari işler müdürü ve koordinatör olarak yirmi beş yıla yakın süre görev yaptı. 2015 yılında kurumsal iş hayatından ayrıldı.
Marmara Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkçenin Yabancı Dil Olarak Öğretimi” sertifika programını ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin editörlük ve düzeltmenlik eğitimlerini tamamladı.
Halen yabancılara Türkçe öğretiyor, sanalyazievi.com’da geliştirici editörlük yapıyor, Türkçenin yazım ve noktalama kuralları üzerine çevrim içi atölyeler düzenliyor.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nda kadın yazarlar arşivi üzerinde bir sene gönüllü olarak çalıştı. İstanbul Gönüllüleri’nin eğitim projelerinde yönetici ve gönüllü olarak iki sene görev aldı.

Havada yaz kokusu, camdan giren güneş bütün odayı ısıtıyor. Yatakta ter içindeyim. Sırtımı silsin, göğsüme havlu koysun diye Şükran Abla’ya sesleniyorum, duymuyor. Yine bangır bangır televizyonu açmış, kim bilir hangi hayatların içine dalmış salonda. Zil alalım, diye tutturmuştu giderken Mehmet; bu kadın hep böyle yapıyor, sana bir şey olsa ruhu duymayacak, hiç olmazsa çalarsın da gelir bakar, demişti. Ne ayıp, hiç koskoca kadın zille çağrılır mı, demiş, itiraz etmiştim. Keşke dinleseymişim Mehmet’i. Bu kaçıncı! 

Salıdan beri hiç tadım yok. Artık iyice ağırlaştım. Ayağımı, bacağımı çekerken bile zorlanıyorum yatakta. Geceleri uyuyamıyorum. Geçen yıllarda uyuduklarına say, dedi dün uğradığında teyzem. Hem bu daha iyi günlerin, bebek doğsun da gör sen, dedi. Sinir olurdu bulduğum her yerde başımı koyar koymaz uyuduğum için. Ahı mı tuttu nedir? Şimdi gözümü bile kırpamıyorum. Kaç gecedir böyle. Sıcak bir yandan, Mehmet’in endişesi bir yandan, yüküm bir yandan. Yük mü dedim, tövbe! Ne kadar istedim, ne çok dua ettim kalsın diye, dursun diye; hiç yük olur mu? Ama çok zorlanıyorum, yalan yok. Az kaldı, diyorum, sabrediyorum. Sadece ayları değil, günleri, saatleri saydım en başından beri, kıpırdamadan bekledim. Sona -yoksa başlangıca mı- bu kadar yaklaşmışken nankörlük etmek olmaz. Allah’ın gücüne gider.

Yattığım yerden odaya bakıyorum, sanki ilk kez görüyormuşum gibi. Tek tek eşyaların üzerinde gezdiriyorum gözlerimi. Adlarını söylüyorum sesli, sonra tersten deniyorum. Kendi kendime oynadığım bir oyun bu. Başka türlü geçmiyor zaman. Yatak, katay; dolap, palod; ayna, anya… Sonra isimlere geçiyorum, bize. Mehmet, temhem; Filiz, zilif; baba, abab; anne, enna… İlk başlarda beceremiyordum, hele uzun kelimelerde harfler birbirine giriyordu. Sonra alıştım tabii, insan nelere alışmıyor ki? 

Duvardaki raflara çeviriyorum gözlerimi. Evin her yerinde kitap. Yatak odası da nasibini aldı sığmayınca. İki sıra rafa dizilmiş, inceli kalınlı, kırmızı, lacivert, siyah kitaplara bakıyorum. Hepsini kaplamış Mehmet. Eski alışkanlık. Başına iş açılmasını istemediği zamanlardan. Benimkiler kalsın, elleme, ben sevmiyorum, diyorum, aldırış etmiyor. Böyle daha iyiymiş, yıpranmıyormuş da. Öyle de inatçı. Ama işte şimdi okuyamıyorum adlarını, yazarlarını. Halbuki ne iyi olurdu görebilseydim. Tersten okuyacak bir sürü kelime, zamanı geçirecek oyun. Bazen Şükran Abla’dan istiyorum, köşedeki sandalyeye çıkıp alıyor bir iki tanesini. Başından sonuna okuyamıyorum; sayfalarında göz gezdirir oyalanırım, hem de oyunumu oynarım, diyerek. Geçen gün kendiliğinden indirmiş bir tanesini, Giovanni Scognamillo’nun Mumya’sını. Verirken de yüzünde çarpık bir gülümseme. Yoksa bana mı öyle geldi? Oyunumu da bilmiyor, ama?..

Teyzem buldu Şükran Abla’yı. Komşusunun akrabasıymış. Eli yüzü düzgün, namazında niyazında, iki çocuk büyütmüş, geçen sene dul kalmış, ihtiyacı varmış. Sen yatarken evini toparlar, iki kap yemeğini yapar, dedi getirdi. İlk geldiğinde iyiydi. Hem evin işini yapıyor hem bana yarenlik ediyordu. Çok mutluydu. Her vesileyle, Allah razı olsun, diyor, derken gözleri doluyordu. Sonra değişti. Yanıma gelişleri seyrekleşti. Yaptığı işler azalmaya, salonda geçirdiği saatler uzamaya başladı. Önceleri sorduğumda, mutfakta işim vardı, salonda toz alıyordum, diyordu. Mehmet gittiğinden beri onu da demez oldu. Duyuyorum zaten, televizyon seyrediyor. Hem de bütün apartmanın duyacağı kadar yüksek sesle. Üç öğün yemeğimi veriyor, sonra yine içeriye gidiyor. Bütün gün o dizi senin, bu yarışma benim ekran karşısına mıhlanıp oturuyor. Bir ihtiyacım var mı, canım sıkılıyor mu, umurunda olmuyor.

Bir daha sesleniyorum, yok, mümkün değil duyuramıyorum. Reklamlar başlamış, gümbür gümbür bir müzik. Dilim de damağıma yapıştı bu sıcakta. Su önemli, susuz kalmayacaksınız, diyor her seferinde doktor. Biliyorum doktor bey, diyorum. Şükran Abla unutmaz da verirse içiyorum, demiyorum. Nasıl olduysa bu sabah kahvaltıyla getirdi bir koca sürahi suyu Şükran Abla. Şifonyerin üstüne koymuş. Kalkıp alamam ki. Mecbur, o koyup verecek. Bir duysa… Mehmet duysa, haberi olsa şu hâlimden kıyameti koparır. Hiç söylemiyorum. Haftada bir gün zar zor arıyor, bir de şikâyet edip üzmeyeyim. Tam da gidecek zamandı. Üstelik sınırda. Bu kadar geciktirince olacağı bu. Çok uğraştık ama bulamadık bir tanıdık, bir torpil. Mehmet de istemedi sonradan. Havaya girdi. Vatan borcuymuş. Ona emanetmiş. Kutsal görevmiş. Olmayan uykularım kaçıyor, beynim uyuşuyor düşündükçe. Çok korkuyorum. Ya bir şey olursa? Bunu da demiyorum. Üzülmesin.

Sıcağı, susuzluğu unutayım diye odaya döndürüyorum gözlerimi. Oyalanmaya, zamanı akıtmaya uğraşıyorum. Damla damla. Duvardaki fotoğraflarımıza bakıyorum. Düğünde çekilen fotoğraflar, balayı fotoğrafları, geçen yazdan fotoğraflar. Ne güzel de gülmüşüz. Sadece biz, ikimiz. Albümden çıkarttırdım Şükran Abla’ya; gözümün gördüğü yerde olsun, aklımda dursun hepsi, dedim. O yapıştırdı. Asker gibi dizdi duvara yan yana, bir şey diyemedim. Yaşlı kadın, gönlü kırılmasın. Mehmet gelince halleder nasılsa. Bir de buna takmayayım.

Böyle fotoğraflara bakıp düşüncelere dalmışken bir anda ses kesiliyor. Kapattı galiba? Artık duyururum ümidiyle bir gayret yeniden bağırıyorum. Bağırmak dediysem, cılız bir ses çıkıyor kuru dudaklarımın arasından. Abla, diyorum, bir baksan, diye sesleniyorum. Hâlâ çıt yok. Nereye gitti bu kadın? Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. Kesin bir terslik var. Yatsı okunmadan kapanmaz o televizyon. Şükran Abla gelir misin, diyorum, karşılık bulamıyorum. Tedirginliğim artıyor. 

Ben, Şükran Abla’ya ne olmuş olabileceğini, bir şey olduysa kimden yardım isteyebileceğimi düşünürken o, ayaklarını sürte sürte giriyor odaya. Yüzü asılmış, kaşları çatılmış. Yine de karşımda sağlam görünce rahatlıyorum. Hayırdır, diyorum, erken kapattın bugün programı? Hiç hayır değil, diyor dişlerinin arasından; elektrik kesildi, fark etmedin mi, diye söyleniyor. Nasıl fark edeyim abla, diyorum, yattığım yerde ne işim oluyor ki benim elektrikle? Duymuyor bile beni. O kendi derdinde. Yok muydu sizin bu sitenin regülatör müdür, jeneratör müdür, ondan, diye soruyor. Tam da en önemli yerinde kaldı, diyor. Yok abla, kusura bakma, diyorum. Açar buluruz internetten elektrik gelince, eksik kalmazsın, diyorum. Ben daha bunları derken dönüyor arkasını, odadan çıkıyor, su isteyemiyorum.