Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

“Kızım kalk, baban ölmüş.”

“Kim ölmüş?”

“Baban kızım, baban.”

“Ne zaman ölmüş?”

“Nereden bileyim ben? Şimdi amcan aradı. Hele sen kalk giyin, anlatırım.”

O gün iş yerinde canım çıkmıştı. Çok yorgundum. Yorgundan da öte, bitkindim. Akşam eve gelince yemek bile yemeden kendimi yatağa atmıştım. Tam uykuya dalmak üzereyken fırladım kalktım. Elime geçen ilk pantolonun içine tıktım kendimi, pijamamın üstünü bile çıkarmadan bir hırka kaptım ve doğru annemin yanına koştum. O da giyinmiş, çantasını koluna takmış, beni bekliyordu. 

“Anlat hadi!” derken apar topar çıktık evden. Bir taksi çevirip içine oturduk, annem anlatmaya başladı. Şoför duymasın diye anne kız kulaktan kulağa oynar gibiydik.

“Akşam amcanla Yanyalı’ya gitmişler, hani şu balık pazarının girişindeki lokanta. Tam o sırada baban kalp krizi geçirmiş. Hemen ambulans çağırıp hastaneye kaldırmışlar ama nafile. Daha yolda can vermiş. Doktor ‘Elimizden geleni yaptık, ne yazık ki kurtaramadık’ demiş.”

“Şimdi hastanede miymiş?”

“Yok, değilmiş. Tam ölmek üzereyken amcana vasiyet etmiş, ‘Beni sakın hastane morgunda bırakma, beynim donar. Tek başıma sokakta bir gece geçirmek istiyorum. Kimse görmeden beni bir yere bırak, bunu mutlaka yapmalısın,’ demiş. Amcanın eli ayağına dolanmış ama ne yapsın vasiyet bu, abisinin son arzusu, yapmasa olmaz. Gene de onu sokağın ortasında bırakamamış. Atölyedeki kamyonetin içine koyup Osman Ağa Camii’nin karşı kaldırımına bırakmış. ‘Sabah gelip alırım, defin işlemlerine başlarız,’ dedi.”

“Çok saçma, hiç olacak iş değil. Biz onu gidip oradan alıp eve getirelim. Amcam manyadı sanırım.”

“Yok kızım, adamın vasiyetine karşı gelmek olmaz, bir gece sokakta yatmak istiyorsa varsın yatsın.”

“Anne sen de manyadın, sokakta ölmüş adam bırakılır mı, ya biri fark ederse…”

“İşte bu yüzden gidelim, sahip çıkalım diyorum ya!”

Bu arada Osman Ağa Camii’nin karşı kaldırımına gelmiştik. Şoföre “Dur!” dedik, indik. Gerçekten yolun kenarında iki tekeriyle kaldırıma park etmiş bir kamyonet vardı. İyice yaklaşınca içindeki sandalı gördük. Amcamın bir sandal bakım ve onarım atölyesi var; anlaşılan o telaşla, babamı gizlemek için aklına ilk gelen çözümü uygulamak zorunda kalmıştı.

Sandal, tersine çevrilmiş, sanki tamire ya da boyaya götürülmek üzere kamyonete yüklenmiş gibi duruyordu. Annem sandalı hafifçe kaydırınca babamın yüzü göründü, o anda korkup elini çekiverdi. Ben de bir adım geri kaçtım çünkü babamın göz kapakları titreşiyordu. Annem de görmüş olacak, elimi tutup çekti ve kulağıma fısıldadı.

“Kızım bu canlanıyor, gel gizlenelim, bizi görmesin.”

Birlikte sokağın içindeki ilk apartmanın kapı aralığına saklanıp oradan izlemeye başladık.

Babam sandalı iyice kenara itip altından sıyrılıp çıktı. Kamyonetin içinde bir süre oturup etrafı inceledi. Sonra doğrulup kalktı ve çevik bir sıçrayışla aşağı atladı. Ellerini arkasına kavuşturup Altıyol’a doğru yürümeye başladı. Üzerinde sabah evden çıkarken giydiği ekose gömlek ve bej pantolon vardı.

Annem “Hadi!” dedi.

“Ne hadisi?”

“Kızım yürü, peşine düşelim bakalım nereye gidiyor, hiç merak etmiyor musun?”

“Ediyorum,” dedim, başladık yürümeye.

Babam, boğa heykeline varınca sağa saptı ve Bahariye’ye doğru yokuş yukarı ilerlerken durakladı, bir apartmanın kapısından içeri girdi. Biz de peşinden.

Burası çok garip bir yerdi. Apartmanın içi boştu. Dışardan üç katlı görünmesine karşın, içinde hiç kat ve tavan yoktu. Yukarı bakınca çatı görünüyordu. Çatıya çok büyük pervaneler monte edilmişti. Onlar döndükçe içeride rüzgâr esiyor, duvarlar uğulduyordu. Giriş katında balkon benzeri bir çıkıntı vardı. Beş altı kişi burada sıralanmış uçurtma uçuruyordu. Rengârenk uçurtmalar çatıya doğru yükseldikçe keyifli sesler çıkartmaktaydılar. Hangisi daha fazla yükselecek diye kendi aralarında yarışıyorlardı. Babamı uçurtma uçururken hiç görmemiştim. Ancak o, sanki yıllardır bu etkinliğe katılırmış gibi rahattı. Kenardan aldığı yeşil uçurtmayı havada neşeyle sallayarak sıraya girdi ve diğerleriyle birlikte yarışmaya başladı. Yanında duran adamı lisedeki fizik hocam Rıza Bey’e benzettim. O da aynı bunun gibi saçlarını yandan uzatıp tepesindeki keli kapatırdı ama emin olamadım çünkü tam o sırada annem yine kolumdan çekiştirmeye başlamıştı.

“Gel kızım, çıkalım buradan, bu rüzgâr bana hiç yaramadı, başım tuttu vallahi.”

“Rüzgâr olmasa nasıl uçursunlar uçurtmaları?”

Cevap bile vermedi bana, hızla yürüdü çıktı. Ben de arkasından, ister istemez.

Sordum, “Şimdi ne yapacağız?”

Annem “Bekleriz,” dedi. “Elbette sıkılıp çıkacak. Sabaha kadar o yaşlı adamlarla yarışacağını sanmam. Gene takip ederiz bakalım nereye gidecek…”

Hava iyice kararmıştı. Saatin kaç olduğunu bilmiyorduk. Alelacele evden çıkarken telefonlarımızı almayı unutmuştuk. Sokak tenhalaşmıştı. Tek tük geçen arabalar ve aheste yürüyen birkaç kişi dışında kimse kalmamıştı.

“Gel şuraya oturalım, yoruldum,” dedi annem.

Yarı değerli taşlar satan bir dükkânın merdivenlerine çöküp bekledik. Birden hatırladım ne kadar yorgun olduğumu. Başımı annemin omzuna yaslayıp şekerleme yapmak için gözlerimi yumdum. Annem saçlarımı okşarken bir yandan da söyleniyordu.

“Şu hâlimize bir bak, gece yarısı sokak serserilerine döndük. Deli midir nedir bu adam, bakalım daha neler gelecek başımıza?”

Tam içim geçiyorken yine dürtüldüm. Baktım babam yola koyulmuş. Hemen davrandık arkasından.

Ara sokaklardan birine (hani köşesinde kokoreççi vardır) saptı. Şimdi sahile doğru yokuş aşağı hızla yürüyordu. Bizi biri görecek diye çok korkuyordum. Sanırım annem de benim gibi düşündüğünden, hiç konuşmadan telaşla ve merakla ilerliyorduk. Deniz kenarına gelince babam durdu, etrafına bakındı. Üç beş kişi kıyıda kâğıttan gemiler yüzdürüyordu. Onları görünce hemen aralarına katıldı. Biz annemle bir bankın arkasına saklandık. Bizimki önce görevliden bir kâğıt istedi, sonra büyük bir el becerisiyle onu katlayıp güzel bir gemi yaptı ve denize saldı. Kıyıda yanan fenerlerle aydınlatılmış denizin içinde beyaz gemiler pırıl pırıl parlıyordu. Babam kendi gemisinin arkasından eliyle dalga yaparak diğer gemilere yetişti ve onları geçti. Beyler babama çok kızdı, “Koca adam utanmadan hile yapıyor,” diye homurdanarak onu görevliye şikâyet ettiler. Görevli hepsini yatıştırdı. Babama son bir şans daha vererek “Ama bu defa ellerinle dalga yapmak yok,” dedi.

Babam “Teşekkürler, istemem, ben hevesimi aldım,” diyerek arkasını dönüp yürüdü. O önde biz arkada rıhtım boyunca ilerledik.

Annem sürekli “Aman dikkat, bizi görmesin” diyordu. Yollarda kimse kalmamıştı. Babam, sanki şüphelenmiş gibi sık sık dönüp arkasına bakıyordu. Bu nedenle arayı biraz açtık.  

Rıhtımın ortasında Kordon Apartmanı’nın önüne gelince durdu. Etrafına şöyle bir bakınıp içeri girdi. Biz biraz bekledik sonra aralık kapıdan içeri daldık. Tam acaba hangi kata çıkmıştır diye düşünürken karşımıza aşırı iyi giyimli bir bey çıktı.

“Pardon, kimsiniz ve burada ne işiniz var?”

“Ben biraz önce içeri giren Ziya Bey’in karısıyım, bu da kızı. Onu arıyorduk. Acaba hangi kata çıktı?”

“En üst kata çıktı. Buyurun, asansör burada. Yalnız bilin ki, onun yanına giremezsiniz. Bu bölüm sadece erkekler içindir. Kadınlar giremez.”

Papyonlu ve siyah takım elbiseli adamın söyledikleri beni çok kızdırdı “Hoppala!” diye atıldım hemen. “Biz acaba yanlışlıkla İngiltere’deki Lordlar Kamarası’na mı geldik?”

Adam sinsi sinsi gülümsedi.

Ancak annem beni susturdu. “Haklısınız beyefendi, biz zaten uzaktan izlemek istiyorduk.”

“O zaman olur çünkü siz Ziya Bey’in birinci dereceden yakınısınız. Buyurun, çıkabilirsiniz.”

Annem elimi sımsıkı tuttu, birlikte asansöre bindik. Yukarıda bizi gerçek bir butler (erkek hizmetkâr) karşıladı, aynı aşağıdaki görevli gibi çok şık ve resmî kıyafetliydi. Ne istediğimizi sormadı. Sanırım bilgimiz çoktan ulaşmıştı.

“Şuradan izleyebilirsiniz,” dedi ve beylerin olduğu odaya girdi. Biz orta boy bir ekranın önüne geçip oturduk. Babamın olduğu odanın içi görünüyor ve bütün konuşmalar duyuluyordu. Daire biçiminde yerleştirilmiş maroken koltukların her birinde siyah takım elbiseli ve papyonlu bir bey yerini almıştı. Babam da aynı onlar gibi giyinmiş, bu ağır abilerden biri olmuştu.  Koltukların arasındaki yuvarlak, ahşap sehpaların üzerinde kristal kadehler ve genişçe bir kül tablası vardı. Butler hepsine birer sigarillo sundu ve kadehlerine konyak doldurdu. “Oturum açılmıştır” diyerek kibarca bir reverans yaptı, sonra kapıyı kapatıp yanımıza gelip oturdu ve ekrandan içeriyi izlemeye başladı. 

Annem hemen sordu “Ne oturumu muymuş bu?”

Butler cevap verdi: “Siyaset.” Sonra parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. Sustuk, dinlemeye ve izlemeye başladık. Beyler arkalarına yaslanarak, bazıları bacak bacak üstüne atarak siyaset konuşmaya başladılar. Yakın gelecekteki seçimler konusunda her biri kendi fikrini ateşli konuşmalarla savunuyordu. Babam siyasetten pek anlamazdı. Bu konuda konuşanlara “Saçma!” der, gülüp geçerdi. Ama şimdi, tadını bile bilmediği konyaktan bir yudum alıp sigarillosundan çektiği nefesi keyifle havaya üflerken birdenbire “Son yapılan istatistiklere göre hiç şansı yok ama o İnce denen kişi aslında bir vatan haini!” deyiverdi.  

Bir anda bütün beyler donup kaldı. Kimseden tek sözcük duyulmadı. Köşede oturan esmer bey tık tık tık sehpasına vurunca hepsi bir ağızdan “Sana katılıyoruz,” dediler. Babam başını öne doğru eğip hafifçe gülümsedi ve devam etti. “Ben gençlere güveniyorum. Bu seçimi Türk gençliği kazanacak.” Çaprazında oturan bir başka bey (bu defa eminim, o bizim fizikçi Rıza’nın ta kendisi) “Dünya iklim krizi ve füzyon konuşurken bizimkiler hâlâ kadının saçıyla başıyla uğraşıyor,” dedi. Onun yanında oturan aksakallı bey “Mollaların ayak seslerini duyuyorum,” diyerek onu cevapladı ama bu diğer beyler arasında bir içerleme ve tedirginlik yarattı. Kırmızı suratlı tombul bey korkuyla sordu, “Yoksa buraya mı geliyorlar?” 

“Hayır, hayır,” dedi aksakallı bey. ‘Sürü hâlinde İzmir’e doğru gidiyorlar. Orada onları ellerinde ‘Karanlığa değil aydınlığa dön yüzünü’, ‘Ümmet olma ulus ol’ gibi pankartlar taşıyan Atatürk gençliği bekliyor. Bütün mollalar kıskıvrak yakalanıp denize dökülecek, hiç merak etmeyin.”

Yine tık tık tık vuruldu sehpalara, alkışlar gibi. Sigarillodan bir nefes çekilip üstüne bir yudum konyak içildi. Rıza Bey’in tam karşısında oturan kel adam “Düşünce suçlarından içeri tıkılanlar çıkacak, onlardan boşalan yere beşli çete ve onun kurucusu kapatılacak,” dedi. 

Babam derin derin içini çekti “Ne yazık ki biz göremeyeceğiz.”

“Katılıyoruz,” dediler, hep bir ağızdan.

Annem “Hele şuna bak” dedi. “Bilmediği yok vallahi. Benimle tek kelime politika konuşmayan adam burada allame oldu.”

Butler sözünü kesti. “Sessiz olun lütfen. Oturum birazdan kapatılacak. Sizin burada görünmeniz hiç doğru olmaz. Az sonra beyler kabinde üstlerini değiştirip diğer arzularına gitmek için yola çıkacaklar. Siz de hazırlanıp çıkmalısınız.”

“Sırada ne var?” Bunu ben sormuştum.

“Bilmiyorum,” dedi butler. “Her birinin arzusu farklıdır. Deftere bakmalıyım.”

Gözlüklerini takıp defterin sayfalarını bir süre karıştırdıktan sonra “Babanız kedi sevmeyi seçmiş.”

“Kedi mi, hayret, yani nereye gidecek?”

“Biraz ileride, rıhtımın sonuna doğru ahşap bir köşk var. Siyah boyalı. Orası aynı zamanda bizim yönetim ofisimizdir. İşte orada bir odayı kedi sevmek isteyenlere ayırmışlar,” derken asansörün düğmesine basmış bekliyordu. Annem gene söylenmeye başlamıştı. Allah’tan o sırada asansör geldi de, butlera rezil olmaktan kurtulduk. İyi günler dileyip ayrıldık. 

“Kaçık herif, kedi sevecekmiş. Ömür boyu bütün kedileri kovaladı. Pantolonu tüy olacak diye aklı çıkardı, şimdi özel seanslara katılıyor.”

Onu duymazdan geldim.

Rıhtımın sonuna yaklaşırken “Görünmeden izlemek çok zevkliymiş…” dedim.

Annem çantasının üstüne vurdu tık tık tık. “Katılıyorum,” dedi.

Siyah boyalı ahşap köşkün kapısında yaldızlı harflerle ARZU KOORDİNASYON MERKEZİ yazıyordu. Kapı aralıktı yine. İçeri girip üzerinde “Yönetim” yazan kapıyı çaldık.

“Girin,” dedi bulut kadar yumuşak bir kadın sesi.

Kapıdan girip bekledik.

“Hoş geldiniz ancak daha seans başlamadı. Birkaç dakikaya kadar kedi sevenler birer ikişer gelmeye başlar. İsterseniz yan odaya geçip bekleyin.”

“Yok yok, biz kedi sevmek için gelmedik. Babam onların arasında. Biz aslında onu izlemeye geldik izniniz olursa.”

“Ay, öyle mi? O zaman buyurun şöyle oturun. Ben Arzu, bu kurumun yöneticisiyim. Katılımcılarımızın yakınları onları izlemeye pek gelmez. Bu nedenle sizi de katılımcı sandım. Hatırladığım kadarıyla, en son geçen yıl karısının peşini bırakmayan bir eş onu takip ederek buralara kadar gelmişti.

Arzu Hanım kırk beş elli yaşlarında, pek hoş bir kadındı. Sarı saçlarına düz fön çektirmiş, iri ela gözlerine özenle makyaj yapmıştı. Terzi elinden çıktığı belli şık kıyafeti ve topuklu pabuçlarıyla görevinin önemini vurgular gibiydi.

“Biz de tesadüfen öğrendik, Arzu Hanım. Babamı kedi severken izleyebilir miyiz?”

“Elbette, ekrandan görebilirsiniz. Seans başlayınca ekran otomatik olarak açılır, hiç merak etmeyin. O arada size çay, kahve ikram edebilirim.

Annem hemen atıldı. “Ben bir çay alayım ama lütfen açık olsun, gece vakti çarpıntı yapar.” 

“Ben de kahve, size zahmet olmazsa.”

“Olmaz efendim.” Arzu Hanım gülümsedi.

Ben de onun bu hoşgörüsünden yüz bularak aklıma takılan binlerce sorudan en önemlisini soruverdim.

“Acaba bu kurumu kim finanse ediyor?”

“İlahî bir güç,” derken içeceklerimizi kibarca önümüze yerleştiriyordu. “Bu ilahî güç, bize belirli bir ödenek sağlıyor. Biz de ayağımızı yorganımıza göre uzatıyoruz. Aşırılıklardan uzak duruyoruz. Müfettişler, denetçiler, oyunları yönetenler, idari görevliler ve hatta bir adet butlerımız bile var. Hepsinin aylıkları ödendikten sonra elimizde kalanla ne yapabiliriz diye düşünüp bir karar veriyoruz. Bütün çalışanlarımız liyakatli kişiler. Bu nedenle hiçbir sorun çıkmıyor.”

Annemin de bir sorusu vardı. “Arzu Hanım, milyonlarca farklı arzu vardır. Hepsini nasıl karşılayabiliyorsunuz?”

“Yok, sandığınız gibi değil çünkü her arzuyu yerine getirmek mümkün değil. Gruplaştırıyoruz, ortak noktalarda birleşim sağlıyoruz, olabilirliklerine göre ayrıştırıyoruz. Örneğin, aya gitmek isteyen bir kişi için yapabileceğimiz tek şey, mehtaplı bir gecede dans etmesini önermek.”

Annemin soruları hiç bitmiyordu. “Ziya’nın peşinden gittiğimiz yerlerde hiç kadın görmedik. Kadınların arzusu yok mudur?”

“Olmaz olur mu? Genelde erkekler ve kadınlar arzu konusunda çok farklıdır. Bu gece kocanızla aynı arzuyu paylaşan bir kadın yokmuş anlaşılan. Ancak birazdan göreceksiniz, kedi sevme grubunda kadınlar çoğunluktadır.” 

“Erkek gruplarında en sık rastlanan arzu nedir?” Bunu ben sormuştum.

“Beyanat vermek.”

“Çok garip, ya kadın grupları?”

“Onlar daha duygusal. Genelde gül bahçesinde gezinmek, şarkı söylemek, ılık suda yüzmek gibi arzuları var diyebilirim.”

“Anlıyorum, lütfen merakımı hoş görün. Onlar için bir gül bahçesi mi düzenlediniz?”

“Dedim ya, her şey ödenek meselesi. Baktık güller hemen soluyor, bahçıvan görevlendirmek maliyeti artıracak, bu nedenle gerçek güllerden vazgeçtik. Komisyon kararıyla krapon kâğıdından şık bir gül bahçesi dekore ettik. Bolca gül suyu kullanarak ve hatta yapay bülbüllerin ötmesini sağlayarak katılımcılarımızı memnun ettik.”

“Ya konyak? Ödeneğiniz Fransız konyağına yeterli mi?”

“Bravo, ne kadar dikkatlisiniz. Konyak şişesini görüp kanmayın. Eskiden yeterliydi. Ancak içkiye gelen son zamlardan sonra sadece şişeyi kullanıyoruz. İçindeki yerli konyak ve bugüne kadar bunu kimse fark etmedi.”

Annem yine araya girdi “Ay, çok merak ediyorum, katılımcı olmanın şartları nedir?”

“Hiçbir şartımız yok. Sadece uykuda düşünmeniz yeterli. Beyinsel titreşimler bilgisayarlarımız tarafından anında kayda geçer. Güçlü arzular güçlü frekanslar üretir. Rezonans boyutuna ulaştığınızda katılımcımız olabilirsiniz. Elbette ölümünüzden sonraki ilk gece.”

“Tevekkeli, benimki her fırsatta yatar uyurdu… Hiç mi merakı olmaz bir insanın? Hiç özel bir zevki yok mudur? Şimdi anlıyorum. Demek adam uykusunda titreşir dururmuş.”

“Bazen uyumadan görülen düşler bile bir rezonans yaratabilir. Örneğin, eşiniz gemi kaptanı olup dünyayı dolaşmak istermiş.”

“Vah zavallı babam, ömür boyu eve para getirmek için sayılarla boğuşup durdu. Kendisi hesap uzmanıydı.”

“Evet, biliyoruz. Bu yüzden gemi yüzdürdü denizde. Bazılarının sadece tek bir arzusu olur. Babanızın bir dizi arzusu vardı. Hiç sınır tanımadan hepsini sıralıyordu. Ancak biz ‘Yeter!’ dedik, ‘Seç arasından.’ Sonuçta bir geceye sığdırmamız gerek. Kısaca çok talepkâr bir kişi.”

O anda annemi durdurmak imkânsızdı. “Ah Arzu Hanım, bilemezsiniz ben neler çektim. Yıllarca bana etmediği kalmadı. Gene de katlandım sabırla, yuvam yıkılmasın diye…”

Baktım annem aile sırlarımızı teker teker sıralayacak, hemen susturdum. “Anne, biraz ayıp oluyor, adamın arkasından vır vır edip durma!” Biraz gücendi, kırılgan baktı yüzüme ama sustu.

Arzu Hanım’a dönüp “Bu gece sizi çok yorduk biliyorum ama son bir sorum daha var,” dedim.

Bulutsu sesiyle cevapladı beni, “Sor canım, hiç çekinme. Ben bu nedenle buradayım.” 

“Ya cinsellik? Freud, ‘En önemli arzudur,’ demiş.”

“Bu konuda hiç talep almadık inanın. Demek ki Freud yanılmış.” 

“Milyonlarca insan, milyonlarca arzu. Gene de aklım almıyor…”

“Yok canım, hiç öyle sandığınız gibi değil. Rezonans üretebilmek o kadar kolay değil. Biraz amiyane bir tabirle, mal gelip mal gidenler çoğunlukta. Onlar hayal kurmayı bile bilmeyenler. Aza kanaat etmek üzere eğitilmiş olanlar, ellerindekiyle yetinip kendini şanslı görenler sürüsü. Arzuları yedikleriyle ve içtikleriyle sınırlıdır. Düşünmezler, düşünenleri de sevmezler. İşte bu nedenle bize ulaşanların sayısı çok değil, azdır bile.”

Anlattıkları bana mantıklı gelmişti. Demek ki babam o özel kişilerden biri olmayı başarmıştı. Annem de duyduklarından etkilenmiş, düşüncelere dalmıştı. 

Arzu Hanım ayağa kalkıp “Gelin, bakın size ne göstereceğim,” dedi. “Madem kurumumuza ilgi gösterip buralara kadar geldiniz, ben de size yeni projemizi tanıtmak isterim.” 

Köşede duran kitaplıktan bazı rulolar alarak masanın üzerine serdi. Dört köşesine ağırlıklar koydu ve çizimlerin üzerinde parmaklarını gezdirerek anlatmaya başladı: “Yönetim kurulumuz, gelen taleplerin yoğunluğu sonucunda bir karar verdi. Yeni bir hazırlık içerisindeyiz. Arkeolojik kazılara ilgi duyan çok sayıda katılımcı var. Onların arzularını gerçekleştirmek için bir kazı alanı yaratacağız. Şimdiden bazı replikalar sipariş ettim. Örneğin, Priapos şuradaki çeşmenin karşısına, Willendorf Venüsü ise şu sütunun kenarına gömülecek. Bunlar ilk aklıma gelenler. Düşünsenize, katılımcı toprağı kazacak ve tarihî bir kalıntı bulacak. Ne kadar heyecan verici değil mi?”

“Haklısınız, gerçekten öyle,” dedim.

Annem sadece gülümseyerek kafa salladı. Ya yorulmuştu ya da duyduklarından sonra iyice afallamıştı.

“Seans başlıyor,” dedi Arzu Hanım.

Hemen ekrana dönüp izlemeye başladık. Yerlerde yumuşacık minderler vardı. Katılımcılar bu minderlere gömülüp oturmuş, aralarında dolaşan kedileri “Gel, pisi pisi” diye çağırıyordu. Kedilerden bazıları duymazdan geliyor, bazıları ise çıkıp katılımcının kucağına oturuyordu. Okşananların gurultusu ekrandan duyuluyor, onların huzuru biz izleyenlere kadar ulaşıyordu. Babamın kucağında iki kedi vardı. Biri tekir, biri sarman. Kocaman elleriyle ikisini birden okşuyordu hiç durmadan. Yüzünde daha önce hiç rastlamadığım bir dinginlik, dudaklarında bir tebessüm vardı. Yüzündeki bütün kaslar kendini salmış, boşalmış, gerginlik sona ermişti.

Gün ağarırken yine onun peşine düştük. Bu defa hızlı hızlı yürüyordu. Gece yarısı olmadan evine dönmesi gereken Külkedisi geldi aklıma. Babam da gün ağarmadan yerini almak zorundaydı.

Bu defa dönüp arkasına bakmıyordu. Kamyonete gelince çevik bir hareketle sıçrayıp içine girdi ve sandalın altına yatıp onu üstüne kapattı. Babamı uzaktan izledik çünkü annem gece boyunca yorulduğundan, koluma girmiş benden destek alarak zar zor ilerliyordu. 

Kamyonete ulaştığımızda babamı göremedik. Yine aynı apartmanın kapı aralığına gizlenip bekledik. Amcam gelip kamyonete binince koşup ona katıldık.

“Başınız sağ olsun,” dedi.

“Senin de,” dedik.

Karacaahmet Mezarlığı’na varana kadar hiç konuşmadık. Şakirin Camii önüne gelince kamyonetten indik. Amcam gidip iki kişi bulup getirdi. Babamı sedyeye yerleştirdiler. 

Amcam “Gasilhaneye götürmeden önce gelin, son bir defa bakın ona,” dedi.

Baktım, babamın yüzü ağaran gün gibi, pırıl pırıldı. Dayanamadım, eğilip öptüm iki yanağından. Annem uzak durdu, sedyeye yaklaşmadı.

Amcamla babam gidince biz cami kapısının önündeki banka oturup bekledik. Daldığımız düşünceler konuşmamıza engeldi. 

Bir süre sonra anneme sordum: “Senin güçlü bir arzun var mı?”

“Var elbette.”

“Nedir?”

“Bir bebeği emzirmek. Ben lohusa yatağımda yatarken baban o kadar çok huysuzluk edip beni üzdü ki, ağlamaktan gözlerim şişti, daha ikinci gün sütüm kesildi. Seni hiç emziremedim. Hayatım boyunca bu arzu içimi kemirdi. Ne zaman emziren bir kadına rastlasam gözlerim dolar.”

“Öyle mi? Hiç bilmiyordum, hiç söz etmedin bana bu konudan.”

“Etsem ne olacak, boş ver, geçmiş zaman. Ya senin yavrum? Senin var mı titreşim yaratacak kadar güçlü bir arzun?”

“Evet anneciğim, var.”

“Söyle bana, nedir?”  

“Bir öykü yazmak istiyorum.”

“Ay, ilahi çocuk!”