Gülümsün Tansev

Karazeytin

Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Serra, altmış yaşını doldurduğunda kendine bir şişe mandalina likörü hediye etti. Elbette hepsini içmedi ama ilk iki kadehte yepyeni kararlar aldı.

Emekli olmak istiyordu. İşe yakın olsun diye yıllardır oturduğu, İstanbul’un göbeğinde yer alan, bu gürültülü evde yaşamasına gerek kalmamıştı. Sakin bir semte taşınıp, sabahları geç saatlere kadar uyuyarak, kitap okuyarak, arkadaşlarıyla gezip dolaşarak geçireceği günleri iple çekiyordu.

Tam aradığını bulana kadar uzun süre ev baktı. Bol ağaçlı ve sapa bir sokakta, dört katlı apartmanın, boş bahçe katını gördü sonunda. Ev küçüktü ama hem önünde hem yanında iki balkonu vardı. Üstelik bahçeye açılan gerçek balkon, öyle uyduruk ‘Fransız balkon’ filan değil. Serra eve ilk adımını attığında ev ona “Nerelerdeydin bunca zaman?” diye sordu. O da “Sonunda geldim işte!” diyerek pencereleri yeşile bakan bu dost eve alelacele taşındı. Daha ilk günden, yıllardır yaşadığı ev burasıymış gibi bir duyguya kapıldı.

 

Sonra zaman hızla geçti. Eve özeniyor her köşesini zevkine göre döşüyordu. Ancak bir sabah hiç beklemediği garip bir olay aklını başından aldı. Apartman girişinde Fikret ve karısıyla karşılaştı. İşte rastlantının böylesiyle kaderin bilinmezliği el ele vermiş, Serra’yla alay eder gibi, sırıtmaktaydılar. Onlar da neye uğradıklarını bilmediklerinden karşılıklı sus pus olup boş boş bakıştılar. Şaşkın ve sancılı bir bekleyişten sonra ilk konuşan Fikret’in karısı Birgül oldu.

“Merhaba Serra, bizi nasıl buldun?”

“Yok yok, ben sizi aramıyordum. Ben ev arıyordum, sonunda bu evi buldum ve bu daireye taşındım.”

“Ya, demek öyle… Biz de üç yıldır şu karşı dairede oturuyoruz.”

“Bilmiyordum, nereden bileyim?”

“Güzeldir bizim buralar, güle güle otur. Bir ara uğra, görüşelim.”

“Ben de beklerim.”

O sırada genç bir kadın girdi apartmana. Arabaya park yeri aradığını söyleyerek karşı dairenin kapısını açtı.

Birgül tanıştırdı “Fakülteden arkadaşımız Serra, kızımız Hilal.” Sonra kızına dönüp “Hani yan daireye taşınan kim acaba diyordun ya, meğer Serra’ymış.”

Hilal hemen gülümseyerek gelip Serra’nın elini sıktı “Çok sevindim, bekleriz” dedi kısaca. Annesini babasını önüne katıp “Hadi bakalım çocuklar artık eve!” diyerek onlarla şakalaştı.

Bütün bu geçen zaman boyunca Fikret’in yüzüne yapmacık bir tebessüm takılı kalmış ama ağzını açıp tek laf etmemiş, sadece başıyla kuru bir selam vermişti.

 

Ah o Fikret! Serra bir süre olduğu yerde öylece kaldı, sonra hızlıca evine girip mutfak masasına oturdu. Mandalina likörü doldurdu kadehine. Ah o Fikret! Tarık Akan’a çok benzediği için fen fakültesindeki kızların hepsi ona hayrandı. Fikret Akan diye tanındığından asıl soyadını bilen yoktu. Fikret, yolunu gözleyerek şundan bundan laf açarak dikkatini çekmeye çalışan kızların farkındaydı ve hepsine gülücükler dağıtırdı. Serra da hoşlanırdı ondan. Fikret son sınıfa geldiğinde, finaller yaklaşırken sık sık kantine gelip Serra’yı buluyor ve hemen yanına oturuyordu. Uzun uzun konuşup şakalaşıyorlardı. İyice yakınlaşmaya başlamışlardı o ara. Kızlar bile fark etmiş “O senden hoşlanıyor” diyorlardı ama Serra “Yok yahu biz arkadaşız” diyerek onları başından savıyordu. Ancak Serra’da farkındaydı bu ilginin. Onun da gönlü Fikret Akan’a doğru şırıl şırıl akıyordu. Birgül, nereden çıktığı bilinmez, tam ikisi kantinde otururken gelip karakedi gibi aralarına giriyordu. Gülümseyerek, saçlarını onun omzuna doğru savurarak, gözlerini gözlerinden ayırmayarak, türlü cilveler yapıyordu Fikret’e. Bazı günler Serra sanki orada yokmuş gibi davranarak Fikret’e “Hadi sinemaya gidelim” diyor, Fikret de Serra’ya “Hadi” diyordu ama Serra kendisine yapılan kabalık anlaşılsın istiyor, onlarla gitmiyordu. Birgül kısa süre sonra okula Fikret’le birlikte gelip gitmeye başladı. Bir dakika bile yanından ayrılmıyordu. Üstelik Fikret’e yaklaşan bütün kızları gözlerinde çakan şimşeklerle geri püskürtmek konusunda çok başarılıydı

Serra içten içe Birgül’den nefret ediyordu. Gırtlağını sıkarak boğmayı düşünüyor sonra vazgeçiyor, kantinde içtiği ayrana zehir katmak istiyordu. Hatta bir gece rüyasında kafası Birgül, bedeni kapkara bir kedi görmüş, yakaladığı gibi denize fırlatmıştı.

O yıl Fikret, okulu bitirip Birgül’le evlendi. Birgül hamileydi ve okula devam etmek istemedi. Serra da cinayet planlarını uygulayamadı. Bu olaydan üç yıl sonra diplomasını aldı. Kısa bir evlilik, uzun bir çalışma hayatı onu bu günlere taşıdı. Ancak Fikret’i kaptırmış olmanın acısını hiç unutmadı.

 

Bugün gördüğü Birgül ise bambaşka, yaşlı bir kadındı. Fikret’in koluna girmiş demek doğru olmaz adeta abanmıştı. Zar zor ayakta duruyor gibiydi. Belli ki çok kilo kaybetmiş gözleri çukura kaçmıştı. Sivri çenesi ve burnuyla süpürgesine binip uçsa Serra şaşırmazdı. Yanında Fikret olmasa onun o eski fingirdek karakedi Birgül olduğunu kimse anlayamazdı. Fikret pek değişmemişti. Gene aynı boy bos, aynı yosun yeşili gözler, belli belirsiz bir göbek, kır saçlar ve yüzündeki çizgileri kurnazca gizleyen kirli sakal. Bütün bunlar çekim gücünü artırmıştı sanki. Belki de Serra’ya öyle geliyordu. İnsan yıllardır görüşemediği ve unutamadığı ilk aşkıyla karşılaşınca bütün görüntüler, düşler ve gerçekler birbirine karışabilir.

Ama o tavır… Bunca yıl sonra bir “Merhaba!” demeye bile gerek duymamıştı. Sadece yamuk bir tebessümle geçiştirmiş, bu arada karısına sahip çıkar gibi, onu sımsıkı tutmuştu. Kadın “Bizi nasıl buldun?” derken bile kılı kıpırdamamıştı. İşte gene tam Birgül’e uygun imalı bir söz; hatta bir küçümseme vardı o konuşmada. Ah keşke suratına bir tokat patlatıp “Bana ne sizden be!” deseydi. Ama Serra hasta bir kadını tokatlayamazdı. En iyisi o yanındaki sırıtkan herifin suratına bir yumruk patlatmak olurdu.

 

Akşama doğru kapı çaldı. Heyecanla koşup açtı Serra, Hilal’di gelen.

“Serra Abla girebilir miyim?”

“Gel canım, gel.”

Hilal annesinin gençliğine benzese de Serra oracıkta sevdi bu genç kadını. İçtendi, sıcakkanlıydı, güler yüzlü ve sokulgandı. Bunların hepsini ilk görüşte sezdiği pek olmazdı. Bu defa nasıl olduğuna akıl erdiremedi. Belki hiç çocuğu olmadığından ona karşı bir yakınlık duymuştu, belki de yıllar önce kaptırdığı Fikret’in kızı olduğundan şimdi ona sarılmak istiyordu ama tuttu kendini.

“Mandalina likörü içiyordum, alır mısın?”

“Ah evet, çok severim. Biraz önce annemle babam okulda ne kadar yakın arkadaş olduğunuzu anlattılar. Ben de bu yakınlığa dayanarak size içimi dökmeye geldim. Annem çok hasta.”

“Vah yavrum! Evet, ben de fark ettim.”

“Şimdi evde ağlıyor. ‘Serra keşke beni bu durumda görmeseydi’ diye hıçkırıp duruyor.”

“Çok üzüldüm, söyle canım elimden ne gelirse yaparım.”

“Kimsenin elinden bir şey gelmiyor. Beş yıldır biz bu haldeyiz. Bu eve kimse onu görmesin, tanımasın diye taşındılar. Sizden ricam annemle karşılaşmaktan kaçının. O da unutur böylece.”

“Anladım canım, söz sana, çok dikkat edeceğim.”

Sonra kanepelerine iyice gömülüp birer kadeh mandalina likörü daha içtiler ve evin güzelliğinden, sokağın sakinliğinden söz ettiler.

“Bu ev bana gençliğimi hatırlatıyor” dedi Serra.

“Gençlik deyince, Serra Abla sana bir şey sorabilir miyim?”

“Artık genç değilim gördüğün gibi ama sor, hiç çekinme.”

“Annemle babam yıllarca kavga ettiler. Babamın aklı bir başkasındaymış, annem hamile kalınca alelacele evlenmişler ve ben doğmuşum. Diğer kadını babam hiç unutamamış ve hep annemi suçlamış. Kavgaları hep bu yüzdendi. Ben o kadını çok merak ettim ama adını öğrenemedim bir türlü. Siz onları öğrencilik yıllarından tanıdığınız için size sormak istedim.”

Serra bu açıklama karşısında sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi. Bir süre elini alnında dolaştırıp, parmaklarıyla saçlarını tarayarak düşündü. Ne yeri ne zamanıydı şüphelerini açık etmenin. Şimdi susma zamanıydı.

“Yok yavrum, ben nereden bileyim” oldu cevabı.

“Neyse, artık önemi yok zaten. Babam bir süre sonra yalnız kalacak, onun için sormuştum.  Belki kendisi arar bulur eski aşkını.”

“Belki…”

“Annem hastalanınca babam çok değişti. Anneme çok iyi davranıyor. Hiç kavga etmiyorlar artık. Hatta ona bakmak için emekli oldu. Bir dediğini iki etmiyor. Sanırım yıllarca onu üzdüğü için kendini suçluyor. Ya siz? Sizde çoluk çocuk yok mu?

“Yok valla. Ben bir başınayım.”

“En iyisi, valla ben de aynen.”

“Biraz daha likör?

“Yok, almasam daha iyi, araba bende, daha karşıya geçeceğim. Sabah erkenden iş var.”

“Ah bilmez miyim, ben de yıllarca yaşadım o koşturmacayı… Gene gel lütfen, ne zaman istersen.”

 

Sonraki günler Serra yan balkondan girip çıkmaya başladı evine. Onlarla bir daha hiç karşılaşmadı. Çok geçmeden Hilal gene çaldı kapısını, ağlıyordu.

“Onu kaybettik.”

“Gel canım gel, yıllarca çok üzülmüşsün, artık yeter, üzme kendini. Eminim ona çok iyi bakıldı.”

“Evet, biliyorum, kurtuldu ama o benim annemdi.”

“Elbette acın büyük, sakın acıya teslim etme kendini, hadi al bir yudum iç.”

Serra ufacık bir kadehe acıbadem likörü doldurup uzattı Hilal’e. O gece hem içtiler hem de iki eski dost gibi dertleştiler. Bir ara Fikret Hilal’i aradı.

“Baba ben burada Serra ablamdayım. Ev çok kalabalık. Akrabalar sorup soruşturdukça sinirim bozuluyor.”

Fikret “Tamam” demiş olmalı, o gece Hilal Serra’nın kanepesinde sızıp kaldı. Acıbadem likörünün şişesi yarılanmış, kadınların gözleri ağlamaktan kızarmış, uykudan kapanmıştı.

 

İlkbahara doğru Serra her günün tadına varıyor, ağaçların yeşeren renkleriyle birlikte kendi ruhunun da yeşerdiğini duyumsuyordu. Balkonlarına çeşit çeşit çiçekler dikti. Her sabah onları suluyor, rahmetli annesinden öğrendiği gibi, onlarla konuşuyordu. İşte tam o sırada gördü karakediyi. Fikret önüne mama koymuş, o da iştahla yiyordu. Serra’yla hâlâ tek kelime konuşmayan Fikret, karakediyle tatlı tatlı sohbet ediyordu. Serra’nın o an tepesi attı ve içinden “Görürsün sen!” diyerek evine girdi. Aklına şeytanca bir fikir gelmişti. Bir süre onu gözetledi. Elinde bir parça peynirle perdenin arkasına saklanıp bekledi. Fikret kapısını kapatıp içeri girince koşup kediyi yakaladı ve tekrar evine dönüp pencereleri perdeleri ve kapıları sıkıca kapattı.

“Demek bir karakedi daha…  Birgül’ün yeni görüntüsü bu mu Fikret Bey? Ben de bu kediyi sana yar etmem bu defa.”

Serra kendi kendine söyleniyor, deli danalar gibi evin içinde dönüp duruyor, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Bu arada, bir parça peynirle kandırılıp eve kapatılan kedi, olana bitene hayretle bakıyor, “Dur bakalım başımıza daha neler gelecek?” der gibi sürekli miyavlayarak kendini acındırıyordu.

Serra dolana dolana yer karolarını aşındırmaktan bıkınca, kediyi spor çantasına koyup arabaya bindi ve yolda ilk gördüğü veteriner tabelasının önüne park etti.

“Sokakta buldum, doğru size getirdim. Ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. Daha önce hiç kedim olmadı da…”

“Sorun değil, hemen bakarız” dedi veteriner. “Eve almakla iyi yapmışsınız. Kediler eve çok kolay uyum sağlar, kuşkunuz olmasın. Bilirsiniz, sokak kedileri en fazla üç yıl yaşarken ev kedileri en az on, en fazla on altı yıl yaşar.”

“Yo, bilmiyordum.”

“Öncelikle oğlunuza bir kimlik oluşturalım. Sonra aşılarını yaparız, kan testi de önemli. Adı nedir?”

“Karam olsun.”

Serra elinde kedinin kimliği, aşı karnesi, tuvaleti, kumu, çeşitli mamaları ve yepyeni bir kedi çantasıyla eve döndü o gün.

Karam evin içinde dolanarak her köşeyi kokladı. Koklanmadık yer kalmayınca kanepeye çıktı ve Serra’ya sırtını dayayıp uyudu. Serra da ister istemez onu okşamaya başladı ve o an ‘Neden daha önce bir kedi almayı hiç düşünmedim, işte mutluluk bu’ diye geçirdi aklından.

Ancak bu mutluluk pek uzun sürmedi. Balkon kapısının camına güm diye bir yumruk indi. Serra ve Karam korkuyla ayağa fırladılar. Perdenin aralığından Fikret göründü. Serra perdeyi açtı ama balkon kapısını asla, çünkü Fikret kudurmuş gibi bağırıp çağırıyor ve hırsla kollarını sallıyordu. Serra korktuysa da hiç belli etmedi. Söyledikleri anlaşılır gibi değildi. Aradan “Hırsız kadın, kedimi çaldı” gibi birkaç sözcük çalındı kulağına. “Utanmaz adam, benim evimi gözetliyor” diye bağırarak perdeyi sertçe çekip Fikret’in suratına kapattı. Yıllar sonra onunla ilk konuşma bu olmuştu. Serra üzgün ve kızgındı aynı anda. Fikret birkaç yumruk daha attı cama.

Karam camdan uzaklaşmış koltuğun kenarından hayretle Serra’ya bakıyordu.

“Keşke kırsa camı” dedi Serra Karam’a “O zaman hemen polis çağırıp babanı tutuklatabiliriz.”

Cam kırılmadı. Fikret biraz daha bağırıp çağırdı ama hiç yanıt alamadı. Aptal gibi böğürmenin anlamsızlığını anlamış olacak ki, bir süre sonra dönüp evine gitti. Serra böyle düşünüyordu ama yanılıyordu.

Kapı çalınca anladı Serra, kavga henüz bitmemişti. Önce delikten baktı. Yüzü morarmış bu deli herife kapıyı açmayı bir an bile düşünmedi. Onu iyice çıldırtmak için kapıya yanaşıp en sakin ve nazik sesiyle sordu.

“Buyurun Fikret bey, ne istemiştiniz?”

“Fikret bey ha, demek şimdi Fikret bey olduk. Zaten sana kızgınlığım ta okul yıllarından, bana hiç değer vermedin. Şimdi kedimi geri istiyorum” diye gürledi Fikret ama Serra’nın ipek kadar yumuşak sesine çarpıp tökezledi bir an.

“Pardon ama hangi kediden söz ettiğinizi hiç anlayamadım.”

“Beni delirtmek mi istiyorsun be kadın! Sabah balkonumdan çaldığın karakediden söz ediyorum, pekâlâ biliyorsun.”

“Ha o mu? Anladım ama o benim kedim. Kimliği, kaydı, aşı belgesi ve bir adı var; Karam.”

“Yok artık, sen iyice çatlak bir kadın olmuşsun görüşmeyeli. Onun adı Zeytin ve kedi benim.”

“Hadi o zaman belgelerini göster de inanayım.”

“Belgesi, melgesi yok ama kedi benim. O benim Zeytinim.”

“Saçmalamayın Fikret bey, bakın delikten ben size Karam’ın kimliğini gösteriyorum.”

Bir an sessizlik oldu. Serra adamın aklı başına geldi sandı ve neredeyse boş bulunup kapıyı açmak üzereydi ki kapıya vurulan tekmeyle yerinden sıçradı. Kapı rezelerinden kopup evin içine düşecek sandı bir an. Karam bir koşu gidip yatağın altına saklandı.

Serra çalıştığı dönemden maçolara alışkındı ve onlara nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilirdi.

“Buraya bak Fikret, sana bey demekle hata etmişim, sen sadece yaşlı ve huysuz bir herifsin. Bende sana verilecek kedi medi yok, hadi şimdi doğru evine. Eşek gibi bir tekme daha atarsan polis çağırırım.

O zaman düşün bakalım geceyi karakolda mı geçirmek istersin, tımarhanede mi?”

Fikret susup dinlemişti Serra’yı. Bu iyiye işaret diye düşündü Serra. O sırada bir tekme daha geldi kapıya, ancak pek çelimsiz ve güçsüz bir tekme.

“Sen görürsün uyuz kadın. Bu iş burada bitmedi. Şimdi gidiyorum ama bu yaptığına da pişman olacaksın.”

Serra derin bir nefes aldı. Bu gece yaşadığı gerginlik bütün gücünü tüketmişti. Acıbadem likörünün dibini minik kadehine doldurup bir yudumda içti ama bu beklediği gibi ona güç vermedi, sadece uykusu geldi. Kendini tutamıyor, yatmaya hazırlanırken, yan taraftan duyulmasın diye, sessizce hatta sinsice gülüyordu. Karam Serra’dan önce yatağa çıkıp onu beklemeye başlamıştı bile. Bir gün içinde sokak kedisi ev kedisi olmuş, kırk yıllık prens edasıyla yumuşacık yatağa gömülmüştü. Serra onu okşarken konuşuyor, içini döküyordu.

“Oğlum senin baban çatlak. Güzel konuşsa, biraz hoşgörü sahibi olsa ne iyi olurdu ama kazmanın teki işte. Anlaşılan bana bir hıncı var okul döneminden. ‘Bana değer vermedin’, ‘Bu yaptığına da pişman olacaksın’ derken, ne demek istedi acaba? Gururuma yenik düştüğümü düşünüyor belki, ama bu doğru. Şimdi pişmanım” derken uyuya kaldı Serra. Karam hemen kalktı yanından, ayakucuna gitti biraz yalandı orada sonra simit gibi yuvarlacık olup, uykuya daldı.

 

Günlerdir hiçbir yaşam belirtisi yoktu yan dairede. Serra başını duvara yaslayıp dinliyor, bir yandan da çeşitli fikirler üretiyordu. Belki Fikret artık bu evde oturmak istemiyor, uyuz bir kadınla komşu olmaktan hoşlanmıyor, kendine bambaşka bir semtte ev arıyordu. Ya da Serra’ya inat, kendine yeni bir kedi bulmaya çalışıyordu. Serra gene de tedbiri elden bırakmıyor, onunla karşılaşmamak için balkon kapısını kullanıyordu. Elbette bu durumda Karam’ın bahçeye çıkmasına da izin veremiyordu.

 

Her geçen gün merakı biraz daha artarken bir gece kapısı çaldı. Kapı deliğinden Hilal’i görünce sevinmek ne kelime, yaşını başını unutup havalara sıçramak geldi içinden. Hemen içeri buyur etti.

“Gel canım gel, nane likörü içiyordum, alır mısın?”

“Alırım Serra ablacığım, seni özledim valla ama annem hayattayken ihmal ettiğim işleri inan hâlâ bitiremedim.”

“Ben de seni özledim canım. Ah, bu arada neler oldu bir bilsen…”

“Bilmez olur muyum… Babam kaç gündür bende kalıyor, hepsini bir bir anlattı.”

“Sorma biz koca insanlar, birbirimize demediğimiz kalmadı. Şimdi nasıl utanıyorum anlatamam. Ayrıca çok pişmanım.”

“Bak buna sevindim işte, çünkü o da pişman. Beyaz lalelerden bir buket yaptırdı. Sana getirip özür dilemek istiyor.”

“Aa, olacak iş değil, benim en sevdiğim çiçek. Nasıl hatırlıyor onca yıl sonra!”

“Bana doğruyu söyle Serra abla, bak valla darılırım, yoksa o unutulmayan kadın sen misin?”

“Öyleymişim demek… Beyaz laleler bizi ele verdi.”

“Olacak iş değil, gel de kadere inanma…” Hilal onun boynuna sarılıverdi, Serra’nın gözleri doldu. Bir süre kaldılar öyle sarmaş dolaş. Hilal bardaklara yeniden nane likörü doldurdu ve devam etti. “Ablacığım, babam şimdi evde benden haber bekliyor. Senin hoşgörüne sığınarak çağıracağım. Ne olur yeni bir başlangıç yapın. Yeter ki sen onunla barış, her şeye razı. ‘Kedi ikimizin olsun’ diyor.”

“Hadi koş hemen çağır, yıllar sonra ona sımsıkı sarılmak istiyorum. Yarın Fikret’le gider kediye yeni bir kimlik çıkartırız.”

 

 

*****

 

Not: Öykü gerçek. Serra benim yakın arkadaşım. Uzun yıllar aynı ofiste çalıştık. Bu öyküyü, her buluşmamızda bana anlattıklarından derledim. Onayını aldım ve sadece isimleri değiştirdim. Dün gene buluştuk. Fikret’le hem evlerini hem de yataklarını birleştirmişler. Karazeytin her gece onların ayakucunda uyuyormuş.

Ayrıca size küçük bir sır vermek istiyorum. Bu öyküyü yazarken kendime engel olamadım ve adı geçen likörlerin hepsinden birer kadeh içtim.