Gaziantep ve Kilis'li bir aileye Antakya'da doğdu. İstanbul'da büyüdü. 30 yıldır Amerika'da yaşıyor. Uluslararası İlişkiler lisans eğitimi aldı ama kariyer yolculuğu gazetecilikle başladı. Sırasıyla bankacılık, tekstil, otelcilik, restoran işletmeciliği, perakende sektörlerinde yöneticilik yaptı. Restoran işletti, mektepli şef. Halen Manhattan gökdelenlerini mermerle donatan bir firmada yönetici. Sinema, fotoğraf, şiir, gezmek, yazmak, yüzmek, şarkı söylemek gibi tutkuları var.

Kader, izlediği adamın binadan çıktığını görünce, arabasının koltuğunda doğruldu. Dağınık saçlarını karıştırırken, pürdikkat adamı izliyordu. Yan flütü her zaman olduğu gibi yan koltuktaydı. Ama dikkat çekeceği için arabasında çalamıyordu. Adamın az ötedeki arabasına bindiğini görünce o da motoru çalıştırdı. Her zamanki gibi İstanbul sokaklarında soluk kesen bir takip serüveni başlıyordu. Kader bir avukat dedektifiydi. Asıl mesleği, kendi deyimiyle sanatçı idi. Dedektifliği ise pandemi döneminde diğer sanatçılar gibi aç kalmamak için yapıyordu.

İlkokulda blok flüt çalarak başlamıştı müzik yaşamı. Sonra bu bir tutkuya, tutku da bir mesleğe dönüşmüştü. 17 yaşında birincilikle girmişti konservatuvara. Büyük umutlarla hayallerinin peşinde koşmuştu yıllarca. Senfoni orkestralarında Mozart, Handel, Telemann, Berbiguier ve klasik dönemin dâhisi Bach’ın eserlerini çalacaktı. Ama başta genç yaşı, iriyarı kalıbı, karayağız çehresi ve flütünü, gözlerini kapayıp kendinden geçerek ve biraz da abartılı mimiklerle çalıyor olması onun devlet kurumlarına kabul edilmemesinin belli başlı nedenleri arasındaydı. Zamanında Pavarotti’yi bile reddetmiş bir anlayışla karşı karşıya olduğunu düşünerek asla umudunu yitirmiyordu. Ama karnını da doyurmak zorundaydı.

Modern eserleri, biraz basit bulsa da özgün müzik eserleri öğrenmek ve flütünü küçük orkestralarla kayıtlarda ya da konserlerde, dinletilerde çalmak da hoşuna gitmeye başlamıştı. Tam da yeteneği ile müzik piyasasında iyi bir yer edinmeye, yeni çevresinde aranan bir isim haline gelmeye başlamıştı ki pandemi, yasaklarıyla herkesin günlük yaşamına koca bir karabulut gibi çökmüştü. Galeriler, müzikholler, kültür merkezleri, tiyatro ve konser salonları, müzikli bar ve kafeler kapanmıştı. Sanatçılar aniden ve topyekûn işsiz kalmıştı.

İşte o dönemde, aç kalmamak için ne iş olduğuna bakmadan çalışmak zorunda olduğunu hemen kabullenmişti Kader. Emekli öğretmen babası ve ev hanımı annesinin ona fazla bir desteği de olamazdı. Zaten büyük hayallerinin peşinde evden ayrılalı da bir yılı aşmıştı. Onu ve hayallerini anlamayan, saygı duymayan ailesinin evine dönmeyi de gururuna yediremiyordu. İlk işi, bir toptan gıda firmasında depo elemanlığıydı. Bir nevi hamallık yani.

Depo şefi Eşref, daha ilk günden, müzisyen olduğunu öğrenince kafayı takmıştı Kader’e. “Hele bir türkü neyin çal da, memleket hasretimiz dinsin,” dediğinde Kader’den aldığı karşılığa çok ama çok bozulmuştu, “Ben kaval çalıyorum demedim, yan flüt çalıyorum. Mozart, Debussy, Handel, Bach çalayım ister misin?”

Sonra Kader, şehir dışında, TEM otoyolunda bir benzin istasyonunda gece vardiyasında kasiyer olarak çalıştı. Sabaha kadar canı çok sıkıldığından bir akşam flütünü yanında getirdi ve pompada çalışan arkadaşı Vahap’a çaldı biraz. Dinlediği müzikten çok hoşlanmasına karşın, kameradan görürler ve kaytarıyor diye kendisini de işten çıkarırlar korkusuyla ertesi gün durumu tesis müdürüne iletince olan Kader’e oldu.

Evlere yemek servisi işinde de tutunamamıştı Kader. “Yeterince hızlı değilsin,” dediler, bir süre sonra yol verdiler. Pandeminin ilk yılı ve sokağa çıkma yasakları dönemini böylece atlatmıştı. Barlarda, kafelerde özgün müzik gruplarına eşlik ederken tanıştığı Nilüfer ile birlikte yaşıyorlardı. O da berrak sesiyle solistlik yapıyordu o zamanlar. Nilüfer’e sırılsıklam âşıktı.

Akşamları ona Debussy’den, Mozart’tan, Bach’tan flüt sonatları çalardı. Sonra da Ezginin Günlüğü, Grup Gündoğarken şarkılarından çalardı, Nilüfer de o berrak sesiyle eşlik ederdi. Sıcak yaz akşamlarında bu ezgiler ardına kadar açık pencereden hoş bir meltem gibi yaşadıkları sokağa taşar, tüm mahalle onları hayranlıkla dinlerdi. Ama Kader’in yaşamındaki en güzel şey olduğunu düşündüğü bu ilişki de bir ay kadar önce aniden son bulmuştu. Nilüfer gitmişti.

Şimdi bir boşanma davası için izliyordu işadamı Şamil Korkmaz’ı. Evinden çıktıktan sonra bütün gün Şamil Bey’i izleyen Kader, aldığı notları akşam temize çekip, telefonuyla çektiği fotoğraflarıyla birlikte elektronik posta ile çalıştığı avukatlık firmasına gönderiyordu. Adam haftada birkaç gün değişik semtlerde birkaç belirli apartmana uğruyor ve her birinde de sadece birkaç saat geçiriyordu. Birden çok metresi olduğu belliydi ama Kader, Şamil Bey’i henüz bir kadınla görüntüleyememişti. Eşi Sumru Hanım’ın da suçüstü yapacak cesareti olmadığı için iş, Kader’in çekeceği fotoğraflara kalmıştı.

Komşusu avukat Gülseren Hanım vermişti ona bu işi. Köklü bir aileden gelen Gülseren Hanım, sanatçı komşusunun bazen pencereden bazen de duvarlardan taşan müziğini hayranlıkla dinlerdi. Kadın sesinin eksildiğini fark ettiğinde utangaç komşusunun yalnız kaldığını anlamış ve Kader’i bir akşam yemeğe davet etmişti. Yemekte, eşi ve kendisi gibi avukat olan oğluyla pek güzel sohbet etmişlerdi. Müzikten, sanattan, arada Kader’in geçmişinden de konuşmuşlardı. Sohbetin bir yerinde, “Pandemi döneminde tüm sanatçıların durumu çok zor. Çok üzülüyorum” dedi Gülseren Hanım. “Biliyor musunuz iş bulmak, karın doyurmak bir yana, borç bulamadığı için, açlıktan kurtulmak için intihar eden sanatçı arkadaşlarımız oldu” diyerek iç çekti ve sözüne devam etti Kader, “Ne acı ki çoğu insan bu çaresizliğin farkında bile değil. Devlet de umarsız. Yani bu pandemi insanları sadece virüsle öldürmüyor.”

Gülseren Hanım derin bir iç çektikten sonra “Peki siz ne işlerle uğraşıyorsunuz bu aralar?” diye sordu. Kader çalıştığı son üç işi bir çırpıda anlattı ve mahzun bir ifadeyle ekledi: “Ama bir aydır işsizim. Sevgilim de terk etti geçen gün. Ay sonuna kadar bir iş bulmam lazım. Bulurum herhalde.” Çaresizliğini dile getirmekten duyduğu garip bir tedirginlikle gözlerini herkesten kaçırdı. Gülseren Hanım, Kader’in külüstür de olsa bir arabası olduğunu biliyordu. “Hiç dedektiflik yapmayı düşündünüz mü?” diye sordu. Kader beklemediği bu soru karşısında şaşırdığını gizleyememişti. “Dedektiflik mi?” diye yanıt verdi dağınık saçlarını karıştırarak.

“Evet, dedektiflik” diye devam etti Gülseren Hanım. “Size bir isim, adres ve fotoğraf verilse, o kişiyi bulup fark ettirmeden izleyebilir miydiniz? Adi suçlulardan bahsetmiyorum. Karısını aldatan erkekler, işadamları falan benim bahsettiğim.” Kader bir an durdu, hamallıktan da kasiyerlikten de çok daha iyi gelmişti kulağına. Bir an durakladı ve düşündü. “İyi ama benim bu konuda eğitimim ya da lisansım falan yok. Yasal olarak yapabilir miyim bunu? Hem benim gibi tecrübesiz birine kim dedektiflik işi verir ki?” Gülseren Hanım hafif bir tebessümle Kader’in tüm sorularına birden karşılık verdi, “Ben vereceğim size ilk dedektiflik işini. Avukat dedektifi olarak bana çalışır mısınız?” Masadaki herkes için de sürpriz olmuştu bu teklif.  Kader’in dudaklarından hemen “Evet!” sözü dökülüvermişti, gözleri ışıldayarak. Yaşamının darmadağın ve kapkaranlık bir dönemine doğan bir güneş gibiydi o an Gülseren Hanım.

Şamil Bey ara sokakta arabasını park ederken gözleriyle apartmanların pencerelerini tarıyordu Kader. Acaba Bahar Apartmanı’nın kaçıncı katına, hangi daireye gidecek ve kiminle buluşacaktı?

O da nesiydi! Üçüncü katın penceresinde uzun kızıl saçları dekolte sabahlığının yakalarına dökülen bir kadın, alenen Şamil Bey’in arabasına bakıyordu. Telefonunu çıkardı ve dijital odakla büyüterek kadının birkaç fotoğrafını çekiverdi. Zafer heyecanıyla kamerayı indirdiğinde kadının, hoş geldin der gibi Şamil Bey’e elini açıp kapadığını ve Şamil Bey’in de kocaman bir gülücükle karşılık verdiğini gördü ama fotoğraf için geç kalmıştı. Olsundu, yine de büyük bir gelişmeydi bu. Kadının fotoğrafıyla, mahalle esnafından bilgi edinmek olası, diye düşündü Kader. Hem ayrıca bürodakiler başka kanallardan kadının kimliğini araştırabilirlerdi.

Şamil Bey o gün akşam vakti evine döndükten sonra Kader de evinin yolunu tuttu. Varınca saatin kaç olduğuna aldırış etmeden bir heyecan Gülseren Hanım’ın kapısını çalıp kadının fotoğraflarını gösterdi. “Bravo!” dedi Gülseren Hanım, “sen bu işi kaptın Kader. Durgun dava dosyasını canlandıracaksın bak. Bir de davayı kazanırsak sana bir maaş ikramiye, söz!” Kader’in içini bir sevinç kapladı. Birkaç ay geriden gelerek ödediği, kesilecek diye ödünün koptuğu elektrik, internet ve doğalgaz faturalarını öderim, diye geçirdi içinden.

Mimoza Apartmanı’nın giriş katındaki küçük dairesine indi ve yarım ekmek arası salamlı sandviçini yerken bilgisayarının başına oturdu ve günlük raporunu hazırladı. Fotoğraflarla birlikte raporu gönderdikten sonra flütünü sert kılıfından çıkarıp Johann Sebastian Bach’ın 1032 Numaralı A Major Sonat’ını çalmaya başladı. Vivace yani giriş bölümündeki yüksek tempo günün yorgunluğunu üzerinden almaya yetmişti. Largo e dolce denilen ikinci bölümün hüznünde kaybettiği sanatçı tanıdıklarını andı. Sonatın son bölümünde Bach, Kader’in yalnızlığını düşünmüş gibi, saniyede iki vuruşluk tempolu Allegro ile odayı yeniden neşeyle doldurmayı bilmişti. Allegro bölümünü çalarken görseniz, Kader’in sevgilisini öptüğünü sanırdınız. O zaman daha iyi anlayabilirdiniz Kader’in müzik aşkını ve flüt çalma tutkusunu.

 

Sonat bitince flütünü sehpaya bıraktı. İki elinin on parmağını açıp dağınık saçlarına daldırdı ve bir süre keyifle karıştırdı. Gözleri koridordan kendisine bakan aynaya kaydı. Genç Beethoven ile yaşlı Einstein arası bir görünümdeydi. O an anladı ki flüt çalabildiği sürece ne kendisini terk eden aşkı umurundaydı, ne de hayalleri ile yaşamın kendisine dayattığı güçlükler arasındaki uçurum. Kulağındaki Bach, Mozart, Debussy ve Handel’in müzikleri ona yetiyordu. Flütüne baktı, eskiden Nilüfer’e baktığı gibi. Ve sonra gülümsedi. Darmadağın yaşamına inat mutluydu.