1968 yılında Trabzon’da doğmuştur. Yedi yaşından beri ailesinin de desteği ile çok iyi bir okurdur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuştur. Evli ve iki çocuk sahibidir. En büyük ilgi alanı, kariyeri boyunca hep daha çok zaman ayırmak istediği edebiyattır.

I

Ortamdaki komik kişi olmayı severim. Arkadaşlar son iki gündür endişeliydi. “Yahu bize sıra gelmez, onca doktor hemşire var diş hekimlerini ne yapsınlar!” dedim. Dahasını da: “Sahaya mı sürecekler sanki bizi!”  Ertesi sabah görevlendirme yazılarımız geldi…

Mart 2020’de arkamızda bitmemiş protezleri, yarım kalmış dolguları bırakıp ilçe sağlık merkezlerine gönderildik. Hastalık ürkütücü, ortam yabancı, kelimeler soğuk (pandemi, filyasyon, bulaş, PCR) ne olacağını bilememek en kötüsü… Bilgisayarların başına oturtulduk, hastaları aramaya başladık. İlk görevimiz temaslıları öğrenmek ve onlara ulaşmaktı. Saatler boyunca aradık. Yüzümüzden maskeyi asla indiremeden, kış günü camları açık odalarda, kuru ekmek arasında kuru tavuk kemirerek -ki bunu bulamayan arkadaşlar da oldu- uzun mesai günleri geçirdik. Eve dönüşümüz gece yarılarını buldu. En çok eve, sevdiklerimize hastalık taşımaktan korktuk. Ne de olsa kapalı bir ortamda, bir dolu insanla birlikteydik saatlerce. Bunlar iyi günlermiş meğerse!

Ekip arkadaşım bizim hastanedendi ama rapor almıştı. Başka bir hastanenin hekimleriyle bir gruptaydım ve çok çok gençtiler. Bu durum beni grubun yaşlısı yaptı.  Evet, sevimsiz bir durum ama gençlerin olaylara bakışları iç rahatlatıcıydı. Çok da endişeli değillerdi ya da öyle görünüyorlardı. İlk başta çok bozulduğum bu yabancı gruba düşme durumu sonradan bana iyi geldi. O ekiple dört aya yakın birlikte çalışacaktık. Telefonla aramalarla iş bitmiyordu elbette.  Evlere gitmeye başladık. Hasta ve temaslılarına on dört gün sokağa çıkmayacaklarına dair bir kâğıt imzalatıyorduk yani onam alıyorduk. Binaların çoğunda asansör yoktu ve üzerimizdeki koruyucu giysilerle o merdivenleri tırmanıyorduk. Gittiğimiz evlerde belgeyi kendi kalemleriyle imzalamalarını istiyorduk elbette. Kalem bulmalarıysa mümkün değildi! Her zaman ama her zaman, evdeki koca, o meşum kalemi bulmasını karısından bekliyor ve bizim yanımızda kadına kızıyordu. Bu bütün evlerde aynıydı kalemin yerini bilen tek bir erkek görmedim. Kalem bulmak kadının işiydi! Yavaş yavaş duruma alışıyor, ev ziyaretlerinde merdivenlerde nefesim kesiliyor, kalem bulamayan adamlara sinir oluyordum. Kurumdaki arama saatlerinde, genç arkadaşlarım kahvemi yapıyorlardı. Ortamdaki tombul orta yaşlı kadın olmayı hep severdim, yine sevdim. Lakin araya başka bir şey girdi.  Evet, derken onunla buluştuk. Covid’le… Bununla kalmadım, onunla özel bir geceyi de paylaştım.

 

 

 II

Gökçen, Fatma ve Selda bu gece aynı odada uyuyacağız. Kocaları almadan tura çıkmış üç yakın arkadaş değiliz, yurt odasını paylaşan üç genç kız hiç değiliz. Pandemi hastanesindeki üç hastayız maalesef. İkisi on gündür tanışıyorlar ve aynı odayı paylaşıyorlar. Ben boş yatağa gelen kişiyim. Benden önceki sahibinin yoğun bakıma değil evine gittiğini ummaktayım…

Koridorun kapısını arkadan kilitlediler ve boş bulduğum yatağa yatmamı söylediler. Birazdan gelip serum takıp çeşitli ilaçları damarlarımdan yollayacaklar. Kafamı çevirip oda arkadaşlarıma bakacak dermanım yok. Herkes gibi onların da anlatacakları var oysa. Yatmaktan başka çarem yok ve dinlemekten de.

Fatma anlatıyor: On gün sırtüstü yatıp tavanı seyrettim sabaha kadar. O kadar ağrım vardı, o kadar halsizdim ki tuvalete bile gidemeden bu yatakta on gece tavana baktım. Yoğun bakıma indireceklerdi ki dün kendime geldim biraz. Vazgeçtiler.

Fatma arada kalkıp tuvalete gidip geliyor, odadaki lavaboda abdest alıyor ve yatakta oturduğu yerde namaz kılıyor. Oğlu arıyor, arada torunlarıyla konuşuyor, şükrediyor. On gündür solunum cihazıyla nefes alan kadın hafiften gelinini bile çekiştiriyor. “Odamı temizledi mi ‘o’” diye soruyor oğluna ve temizliğin püf noktalarını kimbilir kaçıncı kez ‘onun’ hatırlamasını istiyor.

Gökçen anlatıyor: Benim adımı Atatürk koymuş (seruma kattıklarından ya o ya ben ya da ikimiz de hoşlaştık mı acaba diye düşünüyorum). Dedem Atatürk’ün silah arkadaşıymış (hah, o olabilir delirmemişiz), kızımı bir Artvinli kaçırdı paşam yardım et, alayım geri demiş yalvarmış paşaya. Paşa da demiş ki Artvinliler iyi insanlardır bırak evlensinler. İlk çocuklarının adını Gökçen koysunlar.

Sonra Artvin’i anlatıyor, ailesini, çocukluğunu. Birden fark ediyorum, çok güzel gözleri var. Kocasının adı İlhami imiş, çok severlermiş birbirlerini. Beş yıl önce göçmüş öbür tarafa İlhami, onu gördüm rüyalarımda diyor bu hastalıkla pençeleşirken. Diyormuş ki ‘Gelme Gökçenim, daha gelme.’ O da o yüzden gitmemiş…

Selda anlatıyor: O ben miyim? Artık bu koşullar altında hiçbir önemi yok…

Anlatsın Selda…

O kapıyı kilitledikleri an ölmekten değil bir daha çocuklarımı görememekten korktum. Sonra odadaki kadınlar ve aralarındaki tatlı çekişme, bana anlattıkları ve elbette kolumdan girip bedenime yayılan ilaçlar beni bana iyi hissettirdi. Fatma bana geçen gün çırılçıplak koridorda dolaşan amcayı anlattı, güldük. Gökçen tomografiye gidecekti küpelerini çıkaramadı, ben çıkardım. Yetmişli yaşlarındaki bu iki kadının hayata tutunuşları beni de kendine çekti. Sıkıntıysa çektik ama pek çok insandan şanslıydık. Allahın izni, sevenlerin duaları, İlhami Bey’in ısrarı, modern tıbbın çareleri artık her neyse bizi kurtaran, ölmeyecektik.

Ölmedik.

Ertesi gün taburcu oldum, yalnızca yirmi dört saatti beraberliğimiz. Fırtınada savrulup buraya düşmüştük, hava sakinleşti ayrıldık. Her ayrılık böyle olsun. Genç işi…