Gülümsün Tansev

Renksiz Kadın

Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Kadın değişkendi. Bazen suratı kapkara olur, bazen ışıl ışıl parlardı. Sarışınken bir bakardınız esmer oluvermiş. Telaşlı uçarı ayaklar, yerden kalkmayan ağır bacaklara dönüşebiliyordu. Becerikli eller tarafından bilinçle yapılmış makyaj, özel dikim şık kıyafetler, manikürlü ellere takılan iri taşlı pahalı yüzükler, birkaç gün sonra lekeli, paçası sökük bir pantolon ve düğmeleri yamuk iliklenmiş bir gömlekle yer değiştirebiliyordu. Ojeler kemirilmiş, tırnaklar hurdahaş, eller bitkin bedenin iki yanından cansız sarkabiliyordu. Kısaca değişkendi bu kadın.

 

Hemen hemen aynı yaşlardaydık ve aynı apartmanda oturuyorduk. O üç, ben beş numaralı dairede. Sadece iki kat vardı aramızda. Pek sık olmasa da sokak kapısında karşılaşınca ben âdettendir diye “Merhaba” derdim. Bazen samimiyetle gülümser sorardı “Nasılsınız?” Ancak çoğunlukla beni görmez, abus bir çehreyle arkasını dönüp giderdi. Ne zaman nasıl davranacağını kestiremediğimden onun o günkü tavrına göre davranırdım. Az çok ayırt eder olmuştum gelgeç yapısını.

 

Yüzünde ışık gördüğüm bir gün dayanamadım, dış kapının tam önünde, sordum.

“Merhaba, ben Ayşe, yeni mi taşındınız?”

“Memnun oldum, ben Nevra” diyerek kibarca elini uzattı. El sıkıştık ve böylece tanışmış olduk. O gün anlaşılan pek konuşkanlığı üstündeydi, başladı anlatmaya.

“Annemin yanına geldim. Bilirsiniz üç numara Gülten. Daha önce Kalamış’ta oturuyordum. Git gel zor oluyordu, annem artık iyice yaşlandı, yalnız kalsın istemedim. Evimi kapatıp buraya yerleştim.”

“Çok iyi düşünmüşsünüz. Gülten Hanım’ı apartman toplantılarından tanırım. Çok güler yüzlüdür kendisi. Lütfen selamlarını iletin.”

“İletirim elbette, hadi bay bay.”

Üç gün sonra yine aynı yerde karşılaştık.

“Gülten Hanım nasıl?” diye sordum. Hiç cevap yok, yüzüme bile bakmadan yürüdü gitti. Sırtında ağır bir yük taşır gibi öne bükülmüştü bedeni, adım atmakta zorlanıyordu âdeta. Üzüldüm arkasından, nesi vardı bu kadının? Kapısını çalıp sorsam annesine dedim bir an, sonra vazgeçtim. Yaşlı kadını tedirgin etmek istemedim. Ben de kendimce bir tanı koydum Nevra’ya. Manik-depresif. Yakın bir arkadaşımın annesinde görmüştüm bu hastalığı. Mani döneminde on yaş gençleşir, süslenip püslenip bitmeyen bir enerjiyle sokaklarda dolaşırdı, depresyona girince de bütün gün evin içinde gecelikle gezinir “Ben hiçbir işe yaramıyorum” diye ağlardı. Ancak onun iyi ve kötü dönemleri aylarca sürerdi. Nevra ise günbegün değişebiliyordu. Belki de onun hastalığı farklıydı ama o hasta olduğunun farkında değildi. 

 

Günler geçiyordu. Nevra’yla bazen kapıda bazen asansörde karşılaşıyorduk ve aramızda ilginç konuşmalar geçiyordu.

“Cin almaya gidiyorum. İçki fiyatlarına her hafta zam geliyor haberiniz var mı? Şişeden cin çıksa yeridir yani.”

“Ya, öyle mi?” dememi beklemeden dönüp gitmişti bile.

Bir başka gün şöyle dedi:

“Bir de ben doğursam mı?”

“Efendim?”

“Yani bir bebeğim olsa diyordum.”

Bu sefer ben duymazdan geldim. Menopoza gireli değil, menopozdan çıkalı yıllar geçmiş bir kadın doğurmaktan söz ederse ne denir bilemedim.

Bir sabah asansörde karşılaşınca kolumu tuttu. Bu aramızda ilk temastı el sıkıştıktan sonra. Konuşma ihtiyacı içindeydi. “Yıllarca çok şey verdim ben bu dünyaya” dedi. “Sevgimi emeğimi, hoşgörümü. Şimdi geri alma zamanı, bekliyorum bakalım o bana neler verecek?”

Daha ne demek istediğini anlamamıştım ki asansör sıfıra gelip durdu. Onaylar gibi başımı salladım ama o benim kolumu bırakmadı. Birlikte indik asansörden, birlikte çıktık kapıdan dışarı, yapışık kardeşler gibi. 

“Bak ne diyeceğim” dedi. Ben zaten gözlerimi dikmiş ona bakıyordum. Önemli bir haber verecekmiş gibi birden ciddileşti sonra kulağıma eğilip fısıldadı.

“İnternetten fal bakmayı öğreniyorum.”

Çok sevinmiş gibi yaptım. “Oh ne güzel, artık bir ara benim falıma da bakarsınız” dedim.

“Durun canım bu ne acele” derken bıraktı kolumu. “Önce bekleyin, hele ben bir öğreneyim, sonrasını düşünürüz” diyerek kendinden emin adımlarla yürüdü gitti.

 

Son zamanlarda apartmana Nevra’ya rastlamak için girer çıkar olmuştum. Acaba bu defa ne anlatacak diye merakla bekliyordum. Çöpü apartmanı kokutur bahanesiyle, görevliyi beklemeden kendim çıkartıyordum. Marketten alacaklarımı da ağır taşırsam kolum ağrır bahanesiyle, tek tek alıyor böylelikle günde en az üç dört defa yumurtaymış, ekmekmiş ya da bir demet maydanozmuş diyerek onunla karşılaşmak için uğraşıyordum.

 

Akşama doğru baktım evde tuz azalmış “Hemen markete gitmeliyim” diyerek çıktım evden. Asansörden iner inmez gördüm onu. Giriş kapısına sinirlenmiş gibi kapıyı açıyor sonra hırsla kapatıyordu. Cam kapı açılıp kapandıkça görüntü titreşiyor, batan güneş görünmese de bir yerlerden yansıyarak gözümü acıtıyordu. 

“Olacak iş değil” diyor, güm diye kapıyı kapatıyordu, sonra gene açıyor “Yuh olsun, kocam ve kardeşim aynı yatakta, çüş olsun ikinize de yok deve artık, geberin be, çüş be, yuh be!” Kapıya mı kızmıştı yoksa orada birini mi görüyordu anlayamadım ama ondan korktum, çok sinirliydi. Bir ara kapının arasından hızla sıyrılıp kaçtım. Market dönüşü kapıda kimse yoktu. Acaba bizim apartmanda benden başka ona rastlayan var mıydı? İşte bunu çok merak ediyorum.

 

Mevsim sonbahardı. Hava ılıktı. Ben her sabah balkona çıkıp baharı kokluyordum. Arkadaşlarım telefonuma drone ile çekilmiş orman manzaraları gönderiyordu. Sepya, koyu yeşil, sarı arasında alev alev yanan turuncular, kızıllar. Ormanları telefondan izlemek bile güzeldi. Yaşadığım yerde ağacın kokusuna, sesine, rengine, duruşuna, üstüne konan kuşuna hasretim giderek artıyordu. Burada ağaç olmasa da deniz var, gene de şanslıyım, ben her sabah sahilde yürürüm ve denizle konuşurum. Ona “İyi ki varsın, sen olmasan nefes alamazdım” derim. Sonra gene kocaman apartmanların arasına dönerim. Bahçemiz araba parkı olarak kullanılır. Köşede duran bank ne işe yarar hiç anlamam. Üstüne oturup apartman manzarası izlemek abes bence. Meltem bile giremez bu bahçeye. Ne taraftan esse önüne kocaman bir apartman çıkıp yolunu kesiyor.

Yürüyüş dönüşü bu bahçede hiç oyalanmam doğru evime çıkarım. Ancak evde de çok kalmam Nevra’ya rastlamak için bir bahane uydurup markete giderim. Saçma sapan bile olsa onunla konuşmak ilgimi çekiyor. 

O günlerden birinde ben kapıdan girerken o çıkıyordu. Kısacık bir etek vardı üzerinde, pembe bir bluz ve parmak arası terlikler. Hemen laf attım.

“Nevra Hanım nereye böyle?”

Dik dik baktı suratıma “Totoşgötömbeş bana hanım demek nereden aklına geldi?” dedi.

Sonra gözümün içine baka baka burnunu karıştırmaya başladı. 

“A ne yapıyorsunuz öyle?”

“Görmüyor musun burnumu karıştırıyorum. Eskiden gizli yapardım, şimdi hiç çekinmiyorum. Bak dinle, şarkımı dinle: ‘Burun bokun hapın yapın / Yazın kurutun, kışın yutun.’ Beğendin mi?”

“Evet” dedim ister istemez. Kadın değişkendi ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu. Sanki çocukluğuna dönmüş gibiydi. İçimden ağlamak geldi. Nevra çoktan sokağa çıkmış seke seke uzaklaşıyordu.

O gece uykum kaçtı. Yatağın içinde dönüp durdum. Ona yardım etmenin bir yolu var mıydı? Varsa neydi hiç bilemedim.

Ertesi sabah erkenden yürüyüş kıyafetlerimi giyinip evden fırladım. Bir de baktım Nevra yastığı yorganı indirmiş bahçedeki bankın üstünde uyuyor. Yanına gidip bankın ucuna iliştim, hemen açtı gözlerini.

“Günaydın” dedim.

“Bak Renksiz Kadın, onu görebiliyor musun?”

Gerçekten yanında bir kadın oturuyordu bankta. Nevra başını onun dizine koymuştu. Kadın onun saçlarını okşuyordu. Eski solmuş bir fotoğraftan çıkmış gibiydi ama onu görebiliyordum.

“Evet” dedim.

Birden sinirlendi “Uydurma!” diye çıkıştı. 

Sustum, ne cevap vereceğimi bilemedim. Hafifçe doğrulup yerimden kalkmaya yeltendim. Birden kolumu yakaladı. 

“Aman da aman, hemen de gücenirmiş, sevsinler…” sonra sordu bir daha. “Gerçekten görebiliyor musun onu?”

“Evet görüyorum” dedim inatla.

O zaman gülümsedi. Kolumu okşadı. “Tamam tamam, inanıyorum sana.” Yüzünü iyice kulağıma yakınlaştırıp bir sır verir gibi fısıldadı. “Renksiz Kadın benim annem” dedi.

Durmuş boş boş yüzüne bakıyordum ki, birden aklıma geldi.

“Pekiyi, o zaman üç numaralı dairede oturan Gülten Hanım kim oluyor?”

Hemen cevabı yapıştırdı. “O benim şimdiki annem. Renksiz Kadın ise eski annem. O zamanlar ben daha küçük bir çocuktum. Baksana ona şimdiki gibi yaşlı, çirkin ve hastalıklı değil. Her gün bir avuç hap yutmuyor. Renksiz Kadın hem genç hem güzel. Sadece biraz renkleri solmuş o kadar. Onun dizine yatıyorum. O benim saçlarımı okşarken çocuk düşlerine dalıp uyuyakalıyorum. Bundan daha güzel bir şey olamaz.”

Bütün bunları bana anlatmıştı. Yüzüme bakmış, beni görmüştü. Ben onu dinlerken sadece başımı sallıyordum. Bu ona yeterliydi sanki. Sonra birden ayağa kalktı, bir yerden bir çağrı almış gibi alelacele yorganı yastığı kucaklayıp hızla apartmana girdi. Renksiz Kadın soldu soldu görünmez oldu. Ben sahile doğru yürüdüm.

Ertesi sabah daha gün ağarmadan eşofmanlarımı giyip bahçeye indim. Baktım ikisi de orada. Nevra uyuyor, Renksiz Kadın onun saçlarını okşuyordu. Yine bankın ucuna iliştim. Dikkatle Renksiz Kadın’ı incelemeye başladım. Yüzü pek seçilmiyordu. Beyaza yakın düz saçları iki yandan öne doğru sarkmıştı. Aradan minik burnunun ucunu görebiliyordum. Üzerinde açık gri, uzun kollu, yakası kapalı düz bir elbise vardı. Elbisenin eteği dar olduğundan aynı renk bacakları hep yan yana dururdu. Bacak bacak üstüne atamaz ya da onları altına toplayamazdı. Ayaklarına uçuk gri yuvarlak burunlu düz pabuçlar giymişti. Kıpırtısız oturuşundaki tek hareket ellerindeydi. Durmadan, dinlenmeden Nevra’nın başını okşayan ellerinde.

Sonra Nevra uyandı. Beni görünce çok sevindi. “Oh iyi ki geldin, dur sakın gitme sana dün gece gördüğüm rüyayı anlatacağım” dedi.

“Zaten bir yere gitmeye niyetim yok, dinliyorum” dedim. 

Neşeli bir hevesle anlatmaya başladı. “Dün gece yağmur çiseledi. Buralarda yaşayan bütün kurbağalar bizim bahçede toplanıp bir koro kurdular ve hep bir ağızdan şarkı söylediler. Şarkı aynen şöyleydi;

 

                                      Şakır şakır yağmur yağsa 

                                      Yüzüm gözüm çamur olsa

                                      Yeşil yeşil dereler aksa

                                      Kurbağalar içine dolsa

 

Bir süre sonra biz de onlara katıldık ve çok eğlendik. Renksiz Kadın bir an beni okşamayı unutup el çırptı.”

 

Artık her sabah erkenden yeni bir rüya dinlemek için bahçeye iniyordum. Renksiz Kadın’ın gelişiyle hem Nevra’nın hem de benim hayatımız rengârenk olmuştu.

Birkaç gün sonra bana kocaman ve çok donanımlı bir UFO’nun gelip onları aldığını ve uzayda gezdiklerini anlattı.

“Uzaylılar çirkin ama çok nazik yaratıklar, hepsine götürdüler bizi ama ben en çok kızıl gezegeni sevdim.”

“Mars mı, neden?”

“Neden olacak sıcacıktı, kemiklerim ısındı vallahi. Bir ara mavi gezegene de gittik. Orası çok güzel, sen de gitmelisin. Düşünebiliyor musun her yanı denizlerle kaplı.”

Sonra gene sanki biri onu çağırmış gibi fırladı yerinden. O evine çıktı, ben sahile indim, Renksiz Kadın havaya karıştı.

 

Yepyeni bir sabah güneş doğmadan uyandım, hızla giyindim ve Nevra’nın yanına indim. Merakla bekliyordum dün gece gördüğü rüyayı. O anlattıkça ben de bir çocuk düşü görmüş gibi olacaktım.

Nevra gözlerini açar açmaz, başını Renksiz Kadın’ın dizinden kaldırmadan anlatmaya başladı. Daha uyku sersemliğini üstünden atamamış, rüyasını rüyanın içindeymiş gibi anlatıyordu.

“Dün gece kocaman üç köpek geldi buraya. Üçü de Sivas Kangal cinsi. Yanıma iyice yaklaşıp kocaman kafalarını yatağıma koydular. Tek tek başlarını sevip ıslak burunlarını öptüm. Sonra ne oldu biliyor musun?”

Tam burada susup kaldı Nevra. “Ne oldu?” diye sordum ama artık beni duymuyordu çünkü bahçeye gri takım elbiseli bir bey girmişti. Nevra gözlerini ondan ayıramıyordu. Baktım Renksiz Kadın soluyor, belli ki yok olacak, ben de korkup ayağa kalktım ve kenara çekildim. Nevra burnundan yüksek sesle solumaya, hatta hırıltılar çıkartmaya başlamış tehlikeli bir yaratığa dönüşmüştü. Birden kızgın bir koç gibi fırladı yerinden ve adamın karnına var gücüyle tos vurdu. Adam darbenin etkisiyle sendeledi ve geri geri giderek bir arabaya çarptı. Böylece yere düşmekten kurtuldu, ama iki büklüm oldu.

Nevra şimdi kendini kaybetmiş çılgınca bağırıyordu. “Defol git adi herif, yok ol pislik, geber, yok ol!”

Çevredeki apartmanların camları açılmış, henüz uyanamamış insanlar merakla camlardan sarkıyordu.

Nevra’nın kimseyi görecek hali yoktu o hâlâ gri takım elbiseli beye bağırıp duruyordu. Sesi çatlamış, hırıltıya dönüşmüştü. 

Adam doğruldu ve karnını tutarak çıktı bahçeden. Aynı anda iki genç girdi bahçeye. Biri kadın, biri erkek. Kadın Nevra’ya yavaşça sokulup kulağına bir şeyler söyledi, diğeri arkasından dolaşıp eşofmanının üstünden kalçasına iğneyi batırıverdi. Nevra dönüp bana baktı o an. Gözlerinde sokak köpeklerinde gördüğüm o hüzünlü bakış vardı sonra sendeledi. Bu onu son görüşümdü. İki genç onu yatağına yatırdı.  Gidip ambulanstan sedyeyi getirdiler ve onu oraya taşıyıp güzelce üstünü örttüler. Önce ambulans hareket etti, gri takım elbiseli bey kendi arabasıyla peşlerine takıldı.

Ben bahçede yalnız kaldım. Banka oturdum kalkamadım. Az sonra yönetici ve görevli gelip yanıma oturdular.

“Ne hazin değil mi?” dedi biri.

“Kadın sıyırmış abi” dedi öteki.

“Annesi öleli bir hafta olmuş haberimiz yok, koku sarmasa…”

“Ha şimdi anladım, neden her gece bahçede yattığını.”

“Doğrusu kardeşi çok efendi bir bey.”

“Allahtan ilgilendi, yoksa yanmıştık abi.”

“Sakın bir yere ayrılma bugün, servise filan çıkma, hep kapıda ol e mi!”

“Niye ki?”

“Oğlum niyesi var mı? Birazdan polis gelecek, Adli Tıp gelecek. Gülten Hanım’a inceleme yapılacak. Nasıl öldüğü araştırılacak, gerekli görürlerse otopsi istenecek.”

“Abi o ne ki?”

“Boş ver, neyse ne, sen kapıda ol yeter.”

“Yani kadın anasına bir şey mi yaptı demeye getiriyorsun?

“Yok be oğlum, ben nereden bileyim. İşin o yanını bir tek Adli Tıp bilir.

Sonra sanki ben orada yokmuşum, hiç olmamışım gibi kalkıp gittiler. Bankta oturmaya devan ettim. Nevra’nın yattığı yer sıcacıktı. Güneş epey yükselince sahile indim, kayalara oturup bütün gün denize baktım. Yürüyecek gücüm kalmamıştı.

 

Aradan çok zaman geçti. Zaman zaman yorganımı yastığımı alıp bahçeye inmek istiyorum. Ben banka uzansam, Renksiz Kadın gelse, başımı onun dizine koysam, o benim saçımı okşasa ve ben derin bir uykuya dalıp çocuk düşleri görsem. 

Bunu o kadar çok istiyorum ki…