Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

“Baba, sen neden şimdi yan çiziyorsun anlamadım ki? Anladık annemden ayrılmak istemiyorsun ama bebeğe kaç aydır kayınvalide bakıyor. Sıkıldı, gideceğim diye tutturdu. Karım da ‘Sizinkilerden bir destek görmedik’ deyip duruyor. Hastanenin kreşine vereceğiz, ama bu kışı geçirmemiz lazım. Torunun ortada kalacak, karımın ailesine karşı mahcup olacağım, hadi gözünü seveyim. Hem annem ‘Ben kışın gelir Eymen’e bakarım’ demişti.” 

“Gelemez! Anneni ablanın bebekleri oluverdiğinde de göndermedim, bilmiyon mu sen! Otuz yedi senedir bir gün ayrı kalmadık biz. Düzenimizi bozma, bize mi güvendiniz çocuk ederken. Yazın geliverin gari deyom sana, bakarız çocuğa. İndi, beni niye sıkıştırıverin ki,” dedi ve çat diye telefonu kapattı.

Kızgındı oğluna. Kız istemeye Ankara’ya gittiklerinde “Kayınpeder üst düzey bürokrat ama iyi insanlar” deyip durmuştu yol boyunca. Gelinin annesi daha kapıdan girerken yukarıdan aşağı süzmüş, kız kardeşleri de konuşurken ikide bir “Ne dediniz anlayamadık “diye tekrar tekrar söyletip kahkahalarla gülmüşlerdi. Bu oğlan okurken bahçelerde tomad, badılcan, beber yapıp sıcağın alnıyda kapı kapı gezip yazlıkçılara sattıydık oğlan parasızlık çekivermesin oralarda diye. Öyle öyle doktor ediverdik. De gide de! (Vay anam vay!) demek gelmişti de içinden, oğlanın tembihleri hatırına susmuştu. 

Bu sene doğru dürüst kış olmamıştı, tam da annesinin geleceği hafta kış kışlığını hatırlamış bütün ülke gelmekte olan sert hava koşulları için alarma geçmişti. Babasını ikna edememiş ama annesi ona kıyamamıştı. “Alıver oğlum uçak bileti gelem gari kış bastırmadan,” demişti telefonda. İlk kez kocasını yalnız bırakacaktı.

“Anacığıma sarı hırka ne de çok yakışırmış,” dedi, uçaktan alı al moru mor inen annesinin boynuna sarılıp, sarstı kadını bir o yana bir bu yana.

“Cıvma beni dur, debzek!” deyip itekledi oğlunu. 

“Öldüm, bittim korkudan, töbül tekerlek gidiyordum az kalsın öbür yana. Babandan şeytanın imam elinden gaçtığı gibi gaçınca olacağı buydu,” dedi. Neşelenmişti birden.

Eve doğru yola koyulduklarında “Bak oğlum, kız anası minder ağası, oğlan anası kapı söğesi derler bizim orlarda. Gelin kızı tanımam, huyunu suyunu bilmem, okumuş doktor olmuş akıllı kadındır elbet. Kusurlu bir halım olursa usulca söyleyiver bana, yüz göz etme beni,” diye tembihledi.

Gece nöbetinden yeni gelmişti, dışarda buz gibi bir soğuk vardı, kar nazlı nazlı yağıyordu. Birden büyük bir uğultu ile bina dalgalanmaya başladı. Gök gürültüsüne karışan, sarsıntının gümbürtüsü bittiğinde yardım isteyen, birbirine seslenen insanların cılız sesleri koyu bir karanlığın içinde kaybolup gitmeye başladı. 

Biraz yakından bir yerden biricik sevgilisinin sesini duyar gibi oldu. “Eymen? Anne?  Kocam?”

“Kocam” derdi ona evlendikleri günden beri.

“Kocam” 

“Sevgilim! buradayım, nefesini dikkatli kullan, bizi kurtaracaklar korkma” diye bağırdı tüm gücüyle. Bağırtıların inlemelerin arasından annesinin ve bebeğinin sesini duyabilmek için nefesini tutuyordu. Biricik karısı “Anne! Eymen iyi mi?” diye sesleniyor, bazen “Sabah oldu mu? bizi duyan var mı?” diye inliyor cevapsız sorularından vazgeçmiyordu bir türlü. 

Zaman bile soğuk enkazın altında kıpırtısız yatıyordu. Sol ayak bileğini, vücudundan bir parçayı onların yanında, enkazda bırakmıştı. Ağlayamıyor, soramıyor, aklını bulamıyordu bir türlü. Doktor arkadaşları, günler önce onu bulup, Ankara’ya getirmiş, tedavisini yapmışlardı. Ayrılık sancısının, kavuşma sevincinin benliğine ilk yerleştiği yerdi Ankara otobüs garı. Sol ayağını sürüyerek hastaneden çıkıp gara gitti. 

“İyi misin oğlum?” dedi, babası.

“Sence?” dedi. Bir daha birbirleriyle konuşmadılar.

Her sabah sahile iniyor, üstündekileri çıkartmadan, buz gibi denizde giriyor, yüzüyor yüzüyordu. Sonra da soğuk çakıl taşlarının üzerine uzanıp oracıkta donup kalmayı umuyordu. O günlerden birinde çakıl taşlarının arasında sarı bir çiçeğin tek başına rüzgârda salınıp durduğunu fark etti. Birkaç gün görmezden gelse de sonunda çiçeğin yanına gidip taşların üzerine yüzükoyun uzandı.

“Senin yüzünden donamıyorum, koparacağım seni!” dedi, öfkeyle. 

“Kalk hadi, en beyaz, en güzel çakıl taşlarını topla getir,” dedi, sarı hırkalı annesi.

Az ilerde annesi ile komşu kadınların yazları dağdan topladıkları otlarla gözleme yapıp sattıkları kulübeyi gördü. Kadınlar gözleme yaparken çocuklar da çakıl taşları toplar, taş boyama kursuna giden yazlıkçılara satarlardı. 

Sahil boyunca uzanan beyaz çakıl taşlarından toplayıp, kulübenin içine yığıp durdu günlerce. En beyazlarını seçip iki büyük biri küçük üç tepecik yaptı. Dalgaların ve rüzgârın savuramayacağı, kimselerin yıkamayacağı. Sarı çiçek olduğu yerde salınıp duruyordu.  

Günler sonra soğuk taşların üzerine, sarı çiçeğin yanına uzandı.

“Ben senin yüzünden donamıyorum! Koparacağım seni,” dedi yine. 

“Oğul” dedi rüzgâra karışan sesiyle sarı çiçek.

“Anne! Oğlum, karım nerede?”

“Sende oğlum” 

“Ben bile yokum bende anne, bak ayağıma! Yokluğunuzu sürüklüyorum onunla.”

Sarı çiçek nazlı nazlı salınıp duruyordu rüzgârda. Çakıl taşlarına sardığı kökünden ve yalnızlığından habersizce.