Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Öğle uykusundan nefret ediyorum.! Uykum yok! Hayır uyumayacağım.!

Annem, arkadaki küçük sandık odasını uyku odası yapmış, öğle ezanı okundu mu elindeki işi bırakır, doğruca küçük odaya gidip, yüklüğün üstünden yastığımı ve battaniyemi indirir, sonra da kepenkleri indirir. Küçücük loş oda kapkaranlık olur. “Hadi kızım, uykuya “diye seslenmeye başlar, ben duymam. Yumuşak sesleniş, ikinci, üçüncüden itibaren hırçınlaşır. Ben duymam.  

O sırada öğle yemeğimi pişirmiş, boy sırasına göre oturttuğum Elif, Betül ve Emre isimli bebeklerimin karnını doyuruyorumdur. Elbette bu iş benim için çok önemli.

Uyku odasının iki kapısı var. Biri alt kata inen merdiven koridoruna açılıyor, diğeri oturma odasına. Oturma odasından mutfağa da bir kapı var. Mutfağın diğer kapısı da merdiven koridoruna açılıyor. En sevdiğim şey bu kapılardan geçip yakalamaç oynamak. İkincisi bahçeye kaçmak. 

Annem içeri girip beni kucaklamadan önce bu kapılardan birini kullanıp bahçeye kaçabiliyordum bazen. Artık yapamıyorum. Bahçe uzun ve dar. Kapısında her daim sürgülü olduğundan kaçma girişimim bir köşede kıskıvrak yakalanma ile sona erse bile bu kaçma işi çok eğlenceliydi doğrusu.

Anneme göre uyku odası bana göre karabasan odasından kaçış planlarım annemin sandık odasının merdiven koridoruna açılan kapısını kilitlemesi ile bozuldu. Önceleri anahtarı çevirmeyi beceremediğimden çaresizlik içinde annemin koynunda saçma sapan şarkılarını dinleyerek uyuya kalırdım. Ama teslim olamazdım. Annemin bahçede olduğu zamanlarda, anahtarı çevirip kilidi açmayı çarçabuk öğrendim. 

Zavallı annem benim uyuduğumu sanıp, yanımdan usulca kalkar, bazen mutfak camından yalnız yaşayan bitişik komşumuz Nadide Teyze’nin bizim eve bakan camını tıngırdatır, evdeyse yaptığı yemeklerden götürür hem de bir kahve içerdi. Ben kulak kesilip, annemin parmak ucunda merdivenlerden inişini dinler, merdiven gıcırtısı bitip dış kapı kapanır kapanmaz, fırlar, bebeklerimle oynamaya devam ederdim. 

Derken; annem beni uyuttuktan sonra yanımdan kalkıp oturma odasında gazetesini okumaya ya da dantelini işlemeye başlamasın mı? Artık Nadide Teyze’ye gitmiyor. Yan odada uyanmamı bekliyor! Bir saat, gözlerini kapalı tutmaya çalışmak çok zor. Yatakta bir o yana bir bu yana dönmekten, annemin uyumam için öğrettiği çitten atlayan koyunları birden ona kadar saymaktan, parmaklarımla oynamaktan o kadar sıkılıyorum ki, çaresizlik uykusuna teslim oluyorum.

Annem o sabah, Emirgan’a akrabalarına kahvaltıya gitmişti. Ağaçlar çiçek açmaya başlamıştı. Babam, bahçedeki incir ağacı ile ayva ağacının arasına hamak kurdu. Bahçedeki kulübeden çıkardığı demir sandalye ve masaları önce yıkadı, sonra annemin çamaşır ipine astığı eski bir çarşafı kesti. Kumaş parçaları ile masa ve sandalyeleri kurulayıp beyaza boyadı. Ben de ona yardım ettim. 

“Sakın bunlara dokunma olur mu? Ellerin boyanır hem de boya bozulur “diye tembih etti. O gidince, merakım beni dürttü. Beş parmağımı kocaman açıp masanın üzerine yerleştirdim. İzi kaldı. Çok hoşuma gitti. Babamın dediği gibi elime boya yapıştı. Onları elbisemin eteği ile sildim. Masa ve sandalyelerin boyası kuruyunca babam onları küçük süs havuzunun yanına taşıdı. Masanın üzerinde elimin izini gördü. Yanıma gelip, bileklerimden tuttu, avuçlarımı çevirip baktı. Başını salladı. “Annenin dediği kadar varsın galiba, annen görmesin, gel bez parçası bulup tinerle silelim.” Az önce kestiği çarşaftan bir parça daha kesip üzerine mis gibi kokan tinerden döktü. Avuçlarımı sildi.

Yukarı çıkıp elinde tepsi ile geri geldi, masanın üzerine koydu. “Acıkmadın mı kızım, saat kaç oldu?  Annen bize sevdiğimiz yemekleri yapmış, bırakmış. Hadi gel” dedi. Karnımız doyduktan sonra, babam gaz ocağını yakıp, kahvesini pişirdi ve keyifle içti.

Bahçenin aşağı bölümüne indi. Ben de peşinden. 

“Dur kızım, ayak altında dolaşma, şimdi üzerine bir şey düşecek” dedi. Beni yerden alıp duvarın üzerine oturttu. Duvara dayalı olan ev gibi bir şeyin üzerindeki naylonları söktü. Altından kocaman bir kayık çıktı. Naylonları özenle katladı, kulübenin içine yerleştirdi. Bahçe kapısının önünde duran ağabeylere seslendi. Koşup geldiler. “Buyur İsmet Ağabey” dedi en ufak olanı. Babam talimat verdi, kayığı üç dört kişi yere indirdi, tekerleklerin üzerine yerleştirdi. 

Hava kararmak üzereydi. Tam o sırada annem bahçe kapısından neşeyle içeri girip etrafa bakındı “Oh oh, bahçeye yaz gelmiş, baba-kız derlemiş toplamışsınız elinize sağlık” diye babamı yanağından öptü. Babam başı ile hamağı işaret etti. 

Annem hayretle “Bu hamak da nereden çıktı” dedi. 

Babam “Anne-kız ağaçların altında öğlen uykusu uyursunuz” dedi. 

Öğlen uykusu mu?!! “Hayır hayır uyumayacağım” diye bağırdım. “Sallanacağım ben, babacığım lütfen, uyumayacağım.”

Annem “Sen bugün öğlen uykusuna yatmadın mı bakayım?” dedi. Keyifliydi. 

Babam “Yok annesi, cimcime bugün bana yardım etti, çok yoruldu bu gece erkenden uyur” dedi. Annem çoktan bahçeden geçip eve girmişti bile. 

Cuma akşamları bize annemin yeğeni Aysen Abla gelirdi. Doktorluk okulunda okuyordu. Hafta sonlarını bizde geçirirdi. Onun geldiği günler öğlen uykusuna birlikte yatardık, sorularıma bıkmadan cevap verir, uykuya daldığım zamanı hatırlamazdım. 

Babam denizci olduğundan sefere çıkar, bazen uzun zaman gelmezdi. Babamın gemisinin seferden dönüş günü yaklaşınca, annemle tavan arasındaki balkondan geminin limana gelip gelmediğine bakardık. Aysen Abla babamın uzun sefere çıktığı bazı zamanlarda arkadaşlarını da getirirdi. Annem bir yandan çörek, börek yapar bir yandan da neşe içinde “Kız kıza çok eğleniyoruz“ deyip dururdu. 

O günlerde annem hamağın üstüne tülden bir şey diktirdi. İsmini bir türlü öğrenemedim. 

“Cibi, cibi gibi bir şey “dedi, Aysen Abla. Aklımda kalsın diye. Öğrendim “cibinlik.” 

Bir kardeşim oldu bir ay önce. Onu dayımın karısı karnında büyüttü. Annem dedi ki “Dayınla yengen bebek kardeşini sana getirecekler, sevesin diye.” Annemle çarşıya gittik. Ona hediye aldım. Annem mavi renklisini almamız lazım dedi. Bebek kardeşimi gezmeye giderken içine koyacaklar. O mavi şeyin ismi de çok zordu. Söyleyemiyorum diye alay ettiler benimle. Aysen Abla gelince, onları şikâyet ettim, ağladım. O da öğretti bana. Çok iyi öğretiyor. Doktorculuk okuyor ya, ondan. “Portbebe”. Port-akal’ın Port’u kalıyor, yanına bebe geliyor. Bebek portakal gibi bir şey işte, anladım hemen, öğrendim. Portbebe, portbebe diye bağırıp evde annemi kızdırana kadar koştum.

Öğlen uykularımı hamakta uyuyorum artık. Sandık odası gibi karanlık değil, ışıkta da uyumak zormuş. Ama bulutları seyrediyorum. Onlarla gezmeye gidiyorum. Bazen bir at geliyor, bazen bir araba. Arkadaşlarım da var şişman şişman, biri de benim gibi sıska. Beyaz sakallı bir dede var. Nadide Teyze’nin kocası o. Annem “İsmail Dede, geçen sene gökyüzüne gitti“ dedi. Çok severmiş beni. İşte bulutlara binip bir yere gitmek istemediğim zaman onu çağırıyorum. Geliyor. Annemin anlattığı gibi bembeyaz sakalları, kocaman mavi gözleri var. Bazen iki tane dede oluyor. Nadide Teyze’ye sordum. Diğeri benim dedemmiş. O çok eskiden gitmiş, onu tanımadığım için, beni görmek için İsmail Dede ile geliyormuş.

Aysen Abla gelince öğle uykusu için hamağa yatıyoruz. Uykuya dalmadan bulutlardaki arkadaşlarımla yaptıklarımızı anlatıyorum. Onun da bir arkadaşı var. Bembeyaz bir at. Bazen yalnız bazen de üzerinde bir ağabeyle geliyor. 

“Sen bu ağabeyi sevdin mi” diye sordu bana geçenlerde. Sustum. Bazen seviyorum bazen de sevmiyorum. Ya at ya da ağabey bazen gri oluyor. İşte; o zaman sevmiyorum. 

Geçen gün “Ben o ata binsem, at beni o ağabeye götürse keşke” dedi. 

Korktum. “Olmaz “dedim. 

“Ya o at, yolu bulamazsa, kaybolursan, baksana ne kadar büyük gökyüzü, sen de dedemler gibi, bir daha aşağı inemezsen, yanıma gelemezsen” dedim. 

Ağlamaya başladım. O, güldü. 

“Sen niye kaybolmuyorsun öyleyse, cimcime seni” dedi. Kolunu başımın altına koydu, sarıldı.

“Hadi sana bir şarkı öğreteyim. Üçümüzün şarkısı olsun.”

 

Sen ne güzel BULUTSUN gezsen Anadolu’yu. 

Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu.

Billur ırmakları var, buzdan kaynakları var, ne hoş toprakları var. 

Gezsen Anadolu’yu. 

 

Ben o günden sonra gökyüzünde ne o atı ne de üzerindeki ağabeyi gördüm.

Gökyüzünde görmedim ama o ağabey bize geldi. Annem ve babamla tanıştı. O yaz bitiminde Aysen Ablam büyük gelin, ben küçük gelin oldum. Evden çıkarken gelinliğinin eteğini tuttum. Gelin arabasının üzerine de benim gelin bebeğimi oturttular. Annem çok ağladı, Aysen Ablamla ben makyajımız akmasın diye ağlamadık.   

II-

“Aloooo, Nasılsın cimcime?”

“İyiyim sen nasılsın güzel bulut?”

“ İyiyim iyi. Hastane kokusunu özlüyorum ama emekliliğin tadı da başkaymış valla.”  

“Keyfin bol olsun. Deminden beri gülüyorum, beraber gülelim diye aradım seni. Bana öğrettiğin şarkıyı hatırlıyor musun?” 

“Ay unutur muyum hiç! Telefonuma senin fotoğrafını ve o şarkıyı yükledim, sen arayınca o şarkı çalıyor.”

“Ama o şarkıdaki ‘Sen ne güzel bulutsun’ değilmiş ‘Sen ne güzel bulursun’muş.”

“E tabii öyle şapşal cimcimem, ben o zaman Selim Eniştene deli gibi âşıktım. O doktor olup Anadolu’ya mecburi hizmete gidince ben o şarkıda küçük bir değişiklik yaptım. Daha doğrusu, aklıma sen getirdin. Seni hamakta uyutmaya çalışırken, bulutlarla konuşurdun. Ben Selim’le evlenmek istediğimizi bizimkilere nasıl söyleyeceğim diye dertlenip duruyordum. Senin bulutlarla konuşman bana cesaret verdi. Beni dertlerden kurtardı. Herkesin bir bulutu var işte. Ben senin, Selim Enişten benim.“