Gizem heyecanla pastanın son kontrollerini de yapıp üzerine iki tane minyatür plastik hayvan oyuncağı ve oyuncakların tam ortasına minyatür bir oyuncak bebek oturttu. Pasta harika görünüyordu. Açık yeşil pastanın üzerine sokak hayvanlarını çok seven, harçlığı ile sokak hayvanlarını besleyen küçük kızı andıran oyuncak bebeği koyunca, oyuncak bebek sağ ve sol yanına konmuş kedi ve köpeği tamamlamış oldu. Gizem derin bir nefes alıp var gücüyle üfledi ciğerlerindeki havayı pastanenin tavanına doğru. Gurur duydu kendisiyle, bir yandan da pastasını yaptığı şu küçük kız çocuğu ile. Ne sevgi dolu ne güzel bir yüreğe sahipti çocuk. Neydi adı? Gizem bileğinin tersi ile ensesini kaşıdı ama ismi aklına gelmedi. Kasanın yanında duran tüylü ajandasına bakmaya gitti. Defteri açtığında ismini gördü.

“Betül! Anlamı ne acaba?”

Elindeki eldivenleri çıkarıp çöpe attı. Telefonunu alıp Betül’ün anlamına baktı. Kendi kendine mırıldandı;

“Arapça bal demekmiş. Şifa veren, iyileştiren… Hımmm… Ne kadar uygun bir isim bu iyilik dolu minik yüreğe.”

Başını telefondan kaldırdığında pastasını gördü karşısında. Omuzlarını geriye atıp yarım bir gülümseme ile pastanın yanına vardı. Pastanın üzerine el yazısı ile Betül yazdı. Etrafına bakındı. Gizem, bu pasta, bu pastane… Her şey tam istediği gibiydi. İstediği gibi, istediği yerdeydi…

Minik, şirin bir pastane her kadının rüyasıydı belki de ve Gizem bunu başarmıştı. Evet, evet! Her kadının belki de hayatında en az bir kere aklından geçen minik, şirin bir pastane. Daha ne olsundu? Bugün Gizemli Pasta Evi için bir milattı.

“İnsanlık için küçük ama Gizemli Pasta Evi için büyük bir adım,” diyerek sol yumruğunu üniversite eylemlerindeki gibi havaya kaldırdı.

“Gizem, kendine gel! Sen Gizemli Pasta Evi’nin sahibisin,” diyerek  kendi durumu ile dalga geçti. Neredeyse slogan atacaktı. Aklından da geçmişti;

“Yaşasın tatlıların kardeşliği!” diye.

Elini havada sağa sola sallayarak kafasındaki muzip fikirleri kışkışladı. Artık işinin başına dönmesi gerekiyordu.

Güzel bir fotoğrafla başarısını belgeledi Gizem. Sosyal medyada pastanın sahibinin hesabını da etiketleyince artık pastasının görünürlüğü artacaktı.

“Minik kahramanımızın pastası hazır,” yazdı gönderisinin altına. Sosyal medyada pastanesini takip eden yerel halka da maharetini göstermiş oldu böylece. Onlarca fotoğraf ve videodan sonra kendisiyle daha da gurur duydu. Gizem kendi ayakları üzerinde duran, kendi işine, kendi aşına sahip bir kadındı. Ve… Bir kadının tek başına özgürce yaşayabilmesi için parmakla gösterilen, sayılı şehirlerden birine yerleşmişti. Malum bu devirde bir kadının tek başına nefes alması bile lükstü. Karşı kaldırımda kendi halinde yürüyen bir genç kadın gözlerinin önünde öldürülmüştü. Haberlerden kadınla adamın daha önce tanışmadığını, adamın öylesine öldürdüğünü öğrenince günlerce evinden çıkamamıştı.

Neyse… Şimdi bunları düşünmemeliydi. İnsanların sevgiden, güvenden ve saygıdan yoksun bir şekilde bir arada yaşadığı İstanbul’da değildi artık. Başarmıştı, İstanbul’un irinli sokaklarında her gün, başıma bugün ne gelecek acaba korkusu ile kalp çarpıntısı ile yürümekten kurtulmuştu. Evet! Gizem bunu başarmıştı, her anlamda kendini kurtarmıştı. Camdan dışarıya baktı, yorgun ama zafer kazanmış bir savaşçı edasıyla… Camdaki yansımasını görünce kendisine gülümsedi. İki kolunu birbirine bağlayarak dik bir şekilde durdu, önündeki doğum günü masasının yansımasına baktı. Gizem başarmıştı. Evet, başarmıştı! İlk büyük işini de almış ve bunu layığı ile yerine getirmişti. Pastayı masadan alıp dolaba koyarken düşüncelere daldı yine. Her kadının kaç yaşına gelirse gelsin arada kendi kendine söylendiği o sözü tekrarladı.

“Aferin, kızım sana! Başardın. İşte bu!”

Peki, nasıl başlamıştı hikâyesi Gizem’in? Şöyle ki; Gizem bundan tam iki ay önce İstanbul’un telaşlı, hızlı, kötücül hayatını bırakıp Çanakkale’nin yazları kalabalık ve cafcaflı, kışları sakin, içten ve sohbetli ilçesi Lapseki’ye yerleşmişti. İstanbul’daki ailesine de uzak olmamak için ve tabii ailesinden de kopmamak için böyle bir karar almıştı. Ama bu kararda her gün gözlerinin önünde hunharca katledilen kadınların da payı olduğunu ailesine anlatamamıştı. Sevgiyi beklerken soğuk ölümle karşılaşan kadınlardan bahsedememişti.

Lapseki Gizem için biçilmiş kaftandı. Güvenli, rahat, modern, sevgi dolu. Bir insanın sevgiyi beklemeden sevgi gördüğü yegâne yerlerden biriydi belki de. Sağ olsun sanki Lapseki’dekiler de yıllardır dört gözle Gizem’i bekliyorlarmış gibi kucak açmışlardı ona. Gizem şüphelenmişti ilk günlerde, şüphe İstanbulluların özsavunma biçimiydi, nihayetinde. Ama çıkarsız içten gelen bu sevgiyi ve sahiplenmeyi görünce şaşırmıştı. Ömrü sevgiyi beklemekle geçmiş, burada ise şartsız şurtsuz önüne altın tepsi ile konmuştu. Nasıl olabilirdi dünyada böyle yerler var mıydı, böyle insanlar var mıydı? Birdenbire kendini yıllar önce çekilen Sezercik, Ayşecik filmlerinin ortasında bulmuştu adeta. Artık vazgeçilmez Yeşilçam filmlerinin şarkı söyleyen başkahramanıydı Gizem de.

Gizem ne kadar şanssızdı ki İstanbul’da doğmuş büyümüş, tatilde Şile, Ağva, Kumköy’den öteye gitmemiş, üniversiteyi de İstanbul’da kazanınca üniversite gezileri dışında ülkenin farklı yerlerini hiç görmemişti. Gizem’in hayatı hep telaşlıydı, adeta ipine sadık bir kuklayı anımsatıyordu. Okula yetiş, eve yetiş, dans kursuna yetiş, keman kursuna yetiş, jimnastik kursuna yetiş, servise yetiş. İlkokul böylece göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. İstediği kadar zihninin tüm kıvrımlarını zorlasın ilkokul yıllarına ait ailesiyle evde doğru dürüst vakit geçirdiğine dair bir hatıra gelmiyordu gözünün önüne. Çocukluğu sevgiyi beklemekle geçmişti. Hatırladığı tek mutlu an alışveriş merkezlerinde patenle gezdiği andı. Bu yaşına gelmiş bisiklet sürmeyi dahi doğru dürüst öğrenememişti. Bisiklet sürmeyi de o merkezlerde öğrenmişti. Sinemaya gidip yemek yiyip geri dönmek yaptıkları tek aktiviteydi. Yolda gidene kadar babası, trafik lambalarından arabalara, yoldaki satıcılardan uçan martılara kadar bin bir küfür eder, bir daha yola çıkmayacağına yeminler eder ama ayda bir de olsa fırsat bulduklarında yine soluğu devasa alışveriş merkezlerinde alırlardı. Eve yorgun varınca duş alıp yemeğini telaşla yer, ödevlerini hızlıca yapıp çantasını hazırlar ve uyurdu. İlkokul bitince biraz rahatlarım diye düşünse de bu telaşların üzerine ortaokul çağı gelince sınav maratonu nedeni ile daha orta birinci sınıfta bir de dershaneye yetişmek eklenmişti dertlerine. Lisede dershaneye özel dersler eklenmiş, hali ile bunca zahmetten sonra İstanbul’da üniversite okumak zorunda kalmıştı. Gördüğü yegâne yer alışveriş merkezi olan bir gence dönüşmüştü.

Gizem hep hızlı düşünür, hızlı çalışır, hızlı konuşurdu. İstanbul’un kendisine kattığı belki de tek güzel özellik hızlı olmasıydı. Bugün ilk pastasını teslim edecekti. Aldığı pastacılık eğitiminin hakkını da verecekti. Dükkânı açınca daha çok çay poğaça, çay simit tarzında satış yapmıştı. Ortama alışmak için yaz sezonu başlamadan şehre alışmak istemiş, eskilerin tabiri ile dükkân otursun, diye düşünerek işine alışmaya çalışmıştı. Ne yalan söyleyeyim, Gizem’e çok farklı gelmişti kapısını çalan bir erkeğin normal bir şekilde yardıma ihtiyacı olup olmadığını sorması. Çünkü kadın erkek arasındaki ayrım burada yaşayanlar için lisenin biyoloji dersinde gördükleri üreme konusunda kalmış; onun dışında insanların kadınlığı ya da erkekliği ile ilgilenmemişlerdi.

Gizem yapılan her davranışta, söylenen her sözde hep bir art niyet arasa da iki üç gün geçmeden bu duygu ve düşüncelerinden utanmak durumunda kalmıştı. Lapseki bağrına bastığı Gizemli Pasta Evi’nin daha ikinci ayında Gizem’in dükkânında doğum günü kutlaması yapmaya karar vermişti.

Burası başlarda Gizem’e çok garip gelmişti. Burada kepengini açan esnaf birbirinin dükkanına siftahlık bırakıyor, bir ritüel olarak sağ ayakla dükkâna adım atıp dükkan sahibinin başının üzerinde üç kez çevirdiği parayı yere atıyordu. Herkes böylece komşu dükkânın ilk siftahını yapmış oluyordu. Gizem dükkâna geldiğinde komşu esnaf yine kepenklerini açmış, dükkânların önüne attıkları taburelerde oturuyor, çay içiyordu. Kırtasiyeci orta yaşlı, kısa kıvırcık saçlı,  solcu olduğu sakalı ve bıyığından belli Alihan yine sosyalist bir devrimin insanları nasıl kurtaracağından, dünyadaki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri nasıl ortadan kaldıracağından bahsediyordu tavla oynarken. Gülümseyerek oturanlara selam verdi, bir süre ayakta dikilip konuşmalarını dinledi.

Gizem o gün dükkânın kapısını açıp daha içeri adım atmadan doğum günü partisi için gerekli malzemeleri sıra sıra dizilmiş dükkânlardan temin etti. Ufak tefek bir kadın olan Gizem, her girdiği yerden arkasında dükkân sahibi ile çıkıp bilgisayar oyunlarındaki gibi çoğala çoğala, arta arta poşetlerle ve esnafla birlikte elleri kolları dolu halde dükkânına girdi. Tabii içeri giren esnafın arasında kilosuna rağmen kıpır kıpır olan tonton bakkal Bedri Amca onun favorisiydi. Pipetle şişirilmiş deney kurbağası gibi tonton, kısa boylu, şişman, kısa kollu ve kısa bacaklıydı ya da belki de bacak ve kol boyları normaldi de şişman olduğu için öyle görünüyordu. Hele yanakları, aynı iki kocaman kırmızı elma gibi duruyor, minicik yeşil zeytin gözleri yüzünün tontonluğundan nerdeyse seçilemiyordu. Gizem utanmasa yanaklarını sıkacaktı her gördüğünde. Tabii, arada bu yaşlı tonton amcanın gergin kırmızı yanaklarını ısırma isteği de geliyordu ama Gizem bu düşünceyi kafasından siliyordu her defasında. Gizem İstanbul’da insanlara karşı mesafeli olmayı öğrenmişti. Sonuçta yılların yıkık, çürümüş, berbat alışkanlığını bir kerede söküp atamazdı aklından. Ama yok! Burası İstanbul değildi, burada insanlar anahtarlarını kapının üzerinde bırakacak kadar birbirlerine güveniyordu. Gizem de artık Lapseki’deydi ve bir Lapsekili gibi samimi, içten ve çıkarsız yaşamayı öğrenmeliydi.