Kaçıncı girişiydi bu kapıdan Betül’ün? Bilmiyordu. Her gelişinde kendinden bir şeyler bıraktığını çok iyi biliyordu yalnızca. Bazen çocukluğundan kırçıllı bir anıyı, bazen yirmilerinden beri titreyen ellerinden akan bir hünerini, kadri bilinmemiş olanından elbette ve çok daha fazlasını; dağlanmış gözlerinden birini kalbinin mesela…

İsteyerek gelirdi yine de. Alışıldık bir arzuyla. Saçlarını onun sevdiği gibi toplar, mutlaka pembe ruj sürer, topuklu ayakkabı giyerdi; siyah rugan. Sadece taşıdığı yük değişirdi ayakkabısının her defasında. Toprağa bata çıka, zorlukla ilerlediği de olurdu şimdiki gibi, tüysıklet yarıştığı da. Bedenine ekleyip çıkarttığı okka, bir azalır bir çoğalırdı da, kafasının içindeki o küflü mazi mıh gibi dururdu hep. Bu yaşa kadar öyle ya da böyle gelmiş; kırkına dayadığı merdivenin son basamağına kadar tırmanmıştı. Çok düşüp çok kalkmıştı. Her seferinde sirkeli sularla şartlasa da yok edememişti o mantarları benliğinden. Yeşil yeşildi hepsi.

“Hoşgeldiniz Betül Hanım, ne şıksınız yine…” dedi kısa boylu hemşire. “Arka bahçeye mi getireyim Perihan Hanım’ı, yoksa direkt odasına mı geçersiniz?”

Betül bu sefer odasında görmek istedi onu. Dört yana sinmiş tütün kolonyası kokusunu arıyordu burnu hanidir. Bir zaman köşe bucak kaçtığı o acı koku. Genç kızken saçına başına, meme altlarına, hatta kasıklarına değin süründüğü biberli narenciyeli, tütsülenmiş adaçayı kokusu… Mahcup zevkiydi bu Betül’ün. İğrenç olduğunu bildiği halde sevdiği şey yani. Bugün şarttı onu soluması.

Uzun koridorun en sonundaki odaya yürürken adımlarını sıklaştırmadı. Tutturduğu tempo hoşuna gitmişti; ne acele eder gibi, ne de yavaştı ayak atışları. Giriş cümlesini yeniden düşünmek için fırsat vermişti bu aralık ona. Mozaik karoların üzerindeki yolculuk bittiğinde topuklardan gelen, yüksek tavanlı binanın mutlak huzurunu bozan ve sadece sahibinin katlanabileceği ‘tak tuk’ sesi  de kesildi. Odanın içi loştu. Kalın kahverengi perdenin bir kanadı açılmamıştı çünkü. Hızla pencereye hamle yaptı Betül. İçeri giren huzme Perihan Hanım’ın damarlı sıska bacaklarına değdi önce. Terliklerinin içine uyumsuz bir soket çorap giydirilmişti. Nefti yeşil etekliğinin üzerine düşmüş elleri yumruktu. Ah! Bir zamanlar pamuk gibi bembeyazdı bu eller. Bir kez bile cilasız görmediği kısa, yuvarlak törpülü tırnaklarıyla bütünleşen parmakları her daim aksesuarsız olurdu. Botticelli’nin Venüs’ünü andıran elleri enkaza dönmüştü şimdi.

“Niye karanlıkta oturuyorsun anlamıyorum ki!” çıkıverdi ağzından Betül’ün. Oysa koridorda yürürken hayal ettiği girizgâh bu değildi. Ne zaman aklındakini söyleyebilmişti ki zaten annesine.

“Hoş geldiniz,” dedi yaşlı kadın. Gözbebekleri Betül’ünkinden büyükçeydi. Şaşkın ifadesine gizlenen tedirginliği hemen fark ediliyordu bu yüzden.

“Benim ben, Betül,” dedi Betül. “Kızın.”

Tekerlekli sandalyenin yanı başındaki komodinin üzeri peçete kaynıyordu, çekti bir tane. Perihan Hanım’ın dudak kenarından akan salyasını temizledi. Buruşturup çöpe fırlattı elindekini. Yaşlı kadının halini hatırını isteksizce sorarken bir yandan etrafı toparlıyordu. Her seferinde daha da gevşetiyorlar, diye söylendi içinden. Hale Hemşire gittiğinden beri salmışlardı iyice. Boş kahvaltı tepsisi alınmamıştı daha. Üstelik yumurtanın yarısı duruyordu tabakta. Hale Hemşire allem eder, kallem eder yedirirdi bunu. “Yaşlılarda protein önemli,” derdi üstüne de.

“Memnun musun sen buradan? Başka yer bakayım mı sana anne, ha?” diye sordu Betül. Poposunun ucunu yatağın köşesine iliştirmişti sonunda.

“İstemem, iyi burası,” dedi Perihan Hanım. Nihayet göz zaviyesine inince şöyle bir süzdü kızını. “Topuklularını giymişsin, aferin. Yok mu hâlâ talibin?”

Evlenmeyeceğini kabul etmesini beklemiyordu artık Betül. O faslı kapatalı neredeyse on yıl oluyordu. Her seferinde tartışmak manasızdı. Hatta artık cevap vermek bile. Hatırlayabildiği tek şeyin bu olması kanına dokunuyordu, o ayrı. Nişanı attığını söylediği gün kopmuştu pamuk ipliği.

“Hakkımı helal etmem,” demişti Perihan Hanım şakaklarındaki damarları kabara kabara. “Vallahi etmem, billahi etmem. En iyi Fransız mektebini istedin verdim; hadi şimdi Avrupa dedin, ona da yolladım. Çalışma hayatından da aldın işte hevesini. Ne yapacaksın, emekli mi olacaksın o kıytırık okuldan? Ne bu böyle erkek gibi hırs, hırs, hırs. Tamam, bitti. Evlen işte şu herifle. Yap bir tane de çocuk. Yaşın geçiyor, yaşın!”

Bir daha dönmez, gözlerinin içine bakmaz, o tütün kolonyalı gerdanı öpmez sanmıştı Betül ama öyle olmadı. Bu illet hastalık peydahlandı bir anda. Abileri aradı bir gün. “Annemi yatırıyoruz,” dediler. “Bakımı çok zor artık. Tutturup duruyor, habire aynı şeyleri söylüyor. Biz bakamayacağız.”

“Yok anne,” dedi Betül. “Talibim yok.” Sesi ürkek çıktı bu kez. Birkaç dakika önce dik sırtıyla, çenesi yukarıda içeri giren, girerken binayı o kaşındırıcı ‘tak tuk’ sesiyle çınlatan kendi değilmiş gibi… Talibinin aslında yıllardır yanı başında olduğunu, her allahın pazarı kahvaltıda onu ağırladığını, kızına örnek gösterip farkında olmadan iki ergene de ne hasarlar verdiğini, çilekli pastaya bayılıyor diye kış vakti fellik fellik çilek aradığı o çocukluk kankasının, kızının talibi olabileceğini söylemeyecekti elbette ona. Onları söylemeyip yutacaktı belki ama yine de konuşma vakti gelmişti.

“Gidiyorum ben. Bu son görüşüm seni. Vedalaşmaya geldim,” dedi Betül.

“Nereye gidiyorsun kuzum? Daha yeni geldin,” diye çıkıştı Perihan Hanım. Orta sehpadaki su sürahisine uzandı, almaya gücü yetmeyeceğini bilmezmiş gibi. Betül atıldı hemen. Yarısına kadar doldurdu cam bardağı. İçirdi annesine. Çenesine dayadığı avucunda biriken fazlalıkları üzerine sildi.

“Seni terk ediyorum anne. Senden gidiyorum. Dayanamıyorum artık. Seni ziyarete gelmeye dayanamıyorum. Her aklıma estiğinde seni göremeyeceğim bir yere gidiyorum. Hayatımı mahvettiğini unutmana dayanamıyorum,” dedi bir çırpıda.

Az evvel koridorda yürürken, dün gece Moda’daki evde kolileri toplarken, evvelsi gün amfide ders anlatmaya başlamadan hemen önce, kırmızı ışıkta beklerken, köşedeki kahveci mocha’sının sütünü köpürtürken dönüp dolaşıp bu cümleleri gezdirmişti zihninde. Üç aşağı beş yukarı böyle bir şey olacaktı, evet. Ama devamı da vardı.

Ayağa kalktı Betül. Sımsıkı yaptığı at kuyruğunu çözdü. Dipleri acımış saçlarını karıştırdı şöyle bir. Topukluları çıkarıp usulca kenara itekledi. Çantasından espadrillerini çıkardı. Yeşilli sarılı keten pabuçları geçirdi ayağına. Elinin tersiyle sertçe geçti dudaklarının üzerinden. Birkaç kez yalayıp yuttu geri kalan ruju da.

“Başaramadım anne, üzgünüm. Betül olamadım ben. Olmamı istediğin Betül olamadım. Ama onun yerine kendim oldum, biliyor musun? Çok zor oldu ama sana rağmen oldum. Buldum kendimi anne. Hem kendimi hem de öbür yarımı buldum anne. Hoşçakal.”

Betül’ün son sözleri havadaki tütün kolonyasına karıştı. Yere düşmedi,  asılı kaldı. İlk kez ferahlık vermedi üstelik. Bir nebze bile eritmedi keskin rayiha anne kızın yosun tutmuş bağını.

“Hoş geldiniz, kimsiniz?” diye soruyordu Perihan Hanım, kısa boylu hemşire elinde ilaçlarla odadan içeri girerken. Betül’ün hafiflemesi için sadece üç adım yeterli oldu. Tütün kolonyası kokusunun burnundan ilelebet gitmesi içinse daha beklemeliydi.