Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Feride sıcacık yatağının içinde öbür yana dönüp gözlerini yumdu. Kapı çalmıştı ama o içinden “Bana ne!” diyerek hiç oralı olmadı. Daha uyumak istiyordu canı. Ömür boyu hasret kaldığı sabah uykusuyla sarmaş dolaş yaşamaktı biricik arzusu. Kapı yine çaldı, bu defa uzun uzun. “Sabah sabah kim gelir ki bana, oğlum hele hiç” diye düşündü. E o zaman, neden kalksındı… Bebek ağlaması karıştı zil sesine. Yanlış duyduğunu sandı önce ama bir bebek inatla avaz avaz bağırıyordu. Tedirgin bir merakla fırladı yataktan, terliksiz koşup açtı kapıyı. Gerçekten arabasının içinde feryat eden canlı bir bebek vardı sahanlıkta. Gözlerine inanamadı.

 

“Hey kimse yok mu? Nerede bu bebeğin anası babası?” diye birkaç kez apartmanın içine, merdivenlere doğru seslendi. Çıt çıkmadı ne aşağıdan ne yukarıdan. Cevap beklerken üşüdü. “Bu yavru da üşüyecek” diyerek bebek arabasını içeri itti ve sokak kapısını kapattı.

Bebek hâlâ ağlamaya devam ediyordu. Kucağına alıp sarıldı ona.

“İşte Tanrının kuzusu. Maşallah pek de güzelmiş” diyerek, kucağında hoplatarak evin içinde gezinmeye başladı.

 

Oğlunu kucağında sallayınca susardı. Bebek de sustu. Kısacık bir an geçmişe gidip geldi. Hem garip hem korkunç hem de çok güzeldi bu olanlar. Bu üç duygu ve daha fazlası aklını karmakarışık etti.

Bebeği götürüp kendi yatağının yumuşak sıcak kıvrımlarının arasına usulca yatırdı. Şapkasını, hırkasını ve tulumunu çıkartınca bebek kollarını bacaklarını sallamaya başladı. Hemen o anda bu güzel bebeğin koynuna yatıp ona sokulup uyumak geldi içinden. Oysa şimdi uyku zamanı değildi. Kimin olduğunu bilmediği bu bebek hep böyle agucuklarla kıkırdamaz, birazdan gene yaygarayı basabilirdi.

“Ya acıkırsa ya altını kirletirse?” gibi sorulara cevap aramak için yeniden arabaya gitti. İki paket çocuk bezi, iki kutu mama, iki biberon ve küçük bir çantanın içinde tulumlar, iç çamaşırları ve hırka vardı. Minik yastığı kaldırınca bir mektup düştü yere. Aklı bebekte, mektubu kaptığı gibi yeniden yatak odasına koştu. Bebek dönmüş yatağın kenarına kadar gelmiş, orada kumru gibi guruldamaya devam ediyordu. Birbirinin aynı günlerine ne olmuştu? Bugün, bir sabah boyunca yaşadığı bu heyecan kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek türdendi. Feride’nin arayıp da bulamadığı kadar can katmıştı canına.

“Allah esirgedi, seni tam zamanında yakaladım oynak şey” dedi ve bebeği yatağın ortasına doğru itip, iki yanını yastıkla destekledikten sonra gözlüklerini takıp mektubu açtı.

 

Sevgili Feride Hanım,

         Size özellikle görünmedim. Kızımı istemeyebilirdiniz. O zaman ne yapardım hiç bilmiyorum.                                                                                            

         Çok çaresizim ve çok hastayım. Acil bir ameliyat için hastaneye yatacağım. Bebeğimi bırakacak kimsem yok. Onu o kadar çok seviyorum ki, sizden başkasına güvenip emanet edemedim.

         Işık uysal bir bebek, eminim sizi üzmez. Size nasıl teşekkür edeceğimi hiç bilemiyorum. Hastaneden çıkar çıkmaz gelip onu alacağım. Beni affedin ne olur. Özlem.

 

“Hoppala, Özlem mi, o da kim?” Feride düşündü düşündü. Sol avucunu yumruk yaptı (Bir arkadaşı önermişti bu yöntemi, bazen işe yarıyordu…).  Yine düşündü ama bir türlü hatırlayamadı kim olduğunu. Sonunda “Eski bir öğrencim olmalı” dedi. “Onca yıl, onca öğrenci hepsini aklımda tutamam ki!” 

 

Bebeğe dönüp “Hadi bakalım, anlaşılan bir süre benimlesin güzel kız, o zaman önce mama sonra temizlik. Bak gördün mü Feride Nene sırayı unutmamış hâlâ” diye onunla tatlı tatlı konuşmaya başladı. Hemen işe girişti. Gözlüklerini gene taktı ve dikkatle mama kutusunun üzerindeki tarifi okudu.

Bir bebekle yaşamak her kadının içinde var olan güdüydü kuşkusuz. Feride de yaşını başını unutup oğlunun bebek olduğu günlere dönüverdi. Her sabah canından can koparılıyormuş gibi onu bakıcıya emanet edip okula gittiği günleri anımsadı. Suratsız kocasıyla ettiği kavgalar yeniden depreşti, “Okulu bırak benim getirdiğimle kanaat et!” diyordu sürekli. Her seferinde “İşimi seviyorum, amaç para değil!” diye direterek karşı çıktı Feride. Böylece evde hırgür hiç eksilmedi. Sonunda kimsenin yanına kâr kalmadı o kavgalar. Sadece dargın ve tatsız geçen günler olarak hayat hikâyelerine satır satır yazıldı. Oğul büyüdükçe onların her fırsatta kavga etmelerinden bıktı. Eğitim için kaçıp gittiği İngiltere’den dönmedi. Çalışmaya başladı ve evlenip oraya yerleşti. Üç beş yılda bir gelen ama her hafta arayan telefondaki ses olarak annesinin hayatındaki yerini aldı.

 

Kocası bir sabah kahvaltı sırasında tıkanıp kalpten gitti. Ne yapsın Feride? Bir başına yaşadığı bu evde camın önüne oturup parka bakmaya devam etti. Ama şimdi pırıl pırıl bir ışık doldurmuştu bu küskün evi. Ayrıca onu bırakıp okula gitmek zorunda değildi. Sabahtan akşama kadar Işık’la zaman geçirebilirdi. Artık birlikte yiyip birlikte uyumaya başlamışlardı. Feride internetten araştırarak bebek bakımını yeniden öğreniyordu. Yumurta ve meyve püresi ekledi mamasına. Günde bir saat parkta dolaşmak ikisine de iyi geliyordu. Bebek konusunda kendi başına kararlar aldıkça, onu kendi bebeği sanması kaçınılmaz oldu.

 

Tek eksiği tiyatroydu. Bebeği bırakacak kimse olmadığından bütün yeni oyunları kaçırdığını düşünerek biraz dertleniyordu. Tiyatro Feride’nin hayatında her zaman var olmuş, ona anlam katmıştı. Aşk, heyecan, sevgi, nefret ve korku gibi duyguları orada yaşamıştı. Saman tadındaki kendi hayatına katlanma gücünü izlediği oyunlardan alır, eve dönünce onları düşünerek avunurdu.

 

Eskiden okul yönetimi organize eder, tiyatroya hep birlikte gidilirdi. Elbette bu daha zevkli olurdu çünkü oyun hakkında konuşulur, tartışılır böylelikle tema daha iyi anlaşılırdı. Ne kocası ne oğlu bir kez bile gelmemişti onunla. Onlar evde maç izleyerek coşarken, Feride gece demez, gündüz demez sezon süresince bütün oyunları takip ederdi. Hatta arada kaçırdığı oyunları ya da çok beğendiklerini yeniden izlemek için turnelere göre yaz tatilini planlar, yaz kış tiyatronun peşini bırakmazdı.

 

Tiyatro… Evet evet, işte Özlem’i şimdi hatırladı Feride. Bir akşam tiyatrodan çıkmış eve doğru yürürken ayağı tökezlemişti. Hava karardığında etraf pek net görünmüyordu son zamanlarda. Tam yere kapaklanacakken yumuşacık bir kol kavramıştı kolunu. Sonra tanışmışlardı.

“Ben tiyatro meraklısı, muhasebeci Özlem.”

“Ben tiyatro meraklısı, emekli öğretmen Feride.”

 Bu tanışma biçimi ikisini de güldürmüştü. Özlem onu o gece bırakmadı, koluna girip evine kadar getirdi. Feride de onu bırakmadı, yukarı davet edip çay ve kek ikram etti. İzledikleri oyun hakkında konuştular, sonra Özlem gitti ve bir daha yolları kesişmedi. Daha sonra Feride, gece görüşüne güvenemediğinden hava kararınca sokağa çıkmaz oldu, gündüz gösterimlerini izlemekle yetindi.

Koşa koşa Işık’a müjdeli haberi verdi hemen. “Çok şanslısın kızım, anneni hatırladım. O çok iyi yürekli bir insan, birkaç ay önce beni düşmekten kurtarmıştı.”   

 

Işık şanslıydı ama Feride değildi. Özlem yakında gelecekti ve ışığını alıp götürecek Feride’yi karanlıkta bırakacaktı. Ona yeni bir bebek yatağı almış kendi karyolasının yanına koymuştu. O yatak da boş kalacaktı. Feride’nin içi burkuldu. “Dayanamam ben buna” diye fısıldadı daha demin pışpışlayarak uyuttuğu Işık’ın kulağına. “İmkânı yok dayanamam!” Koca kadın başladı içini çeke çeke ağlamaya.  

Ayağa kalkıp yüzünü yıkadı. Her zamanki koltuğuna oturup parka dikti gözlerini. Kafasından şeytanca fikirler geçmeye başladı, kötüden öte çılgınca fikirler.

 

Işık uyanınca birlikte parkta dolaştılar. Dönüş yolunda emlakçıya uğradılar.

“Benim ev ne kadar eder sence?”

“Vay hocanım satmayı mı düşünüyorsunuz? Bebek de pek tatlı maşallah, torun mu?”

“Hı hı… Güneyde bir yer düşünüyorum. İstanbul’un gürültüsünden bıktım.”

“Bizim Alaçatı’da bir ofis daha var. İstesen takas ederiz. Hem üstüne biraz para kalır eline.”

“Olur olur. Hele bir düşüneyim.”

 

O gece çok düşündü Feride. İçindeki şeytan hücresinden fırlamış, onu dinlemez olmuştu. Özlem gelip kapıda kalsın istiyordu. Bebeğini alıp götürmesine engel olmanın bir yolunu bulmalıydı. Ev satışı uzun sürebilirdi. Ama onun zamanı kalmamıştı. Acele etmeli Özlem hastaneden çıkmadan bebeğini bilinmeyen bir yere kaçırmalıydı. Pansiyonları ve uzun yol giden taksi şirketlerini araştırdı bütün gece, notlar aldı. Kimseye aldırmadan uygulaması gereken kararlar aldı. Ertesi sabah bir taksi çağıracak, minik yatağı, bebek arabasını ve birkaç parça eşyayı yükleyip bilinmeyen bir yere doğru yola çıkacaktı. Bu konuda ne kadar cesur olursa, o kadar başarılı olacaktı. Feride sabaha kadar biraz düşündü, biraz ağladı, biraz da uyukladı. Işık yaygarayı basınca fırladı yerinden ve hemen biberonu hazırlayarak onu kucağında beslemeye başladı. Şimdi onu emzirdiğini sanıyor yine ağlıyordu. Karnını doyurunca yatağına bıraktı gittikçe serpilip güzelleşen bebeğini.

 

Yuvarlak masasına oturup parka bakarken örtünün püsküllerini bir bir düzeltti. Işık kucağa alışmış, yatağında huysuzlanıyordu. Gidip kaptı onu, bağrına bastı. Ağaçlar yaprağa dönüyor, yeşilleniyordu. Dün Işık’la gezerken aldığı papatyalar vazoda başlarını dikmiş, baharın geldiğini müjdeliyordu. Doğa gibiydi şimdi Feride. Işık onun canına can suyu katmış, yıllardır kurumuş dalları yemyeşil yapraklarla bezenmişti. Damarlarında dolaşan kan değil, ışıklı bir iksirdi sanki.

İçinde zıp zıp zıplayan şeytan “Hadi hazırlan, hemen buradan gitmeliyiz, acımasız olmalısın, tek çıkar yol bu” diyor, Feride’ye Almanya’nın Nazi dönemini hatırlatıyordu. Sıradan insanlar sadist ruhlara dönüşmüştü o günlerde. Çoğu birer canavar gibi kendilerinden güçsüzlere işkence etmiş, onların çektiği acılara kayıtsız kalmayı başarmıştı. Şimdi anlayabiliyordu onları.

 

Birden Özlem geldi aklına. Açılmayan kapının önünde çaresiz hıçkıra hıçkıra ağlıyor, “Yavrumu verin bana! Nerede benim bebeğim?” diye feryat edip çırpınıyor, sahanlıkta yere düşmüş kıvranıyordu.

“Ben bu acıya katlanamam ki, ben canavar mıyım, hâlâ insanım ben.” Feride bunları Işık’a söylerken içindeki şeytan suratını asmış “Aman ne halin varsa gör, bana ne kocakarı, beceriksiz ve korkaksın” diye onu azarlıyordu.

Sonunda iki dert arasında kaldı. Ne Özlem’e kıyabiliyordu ne kendine… Bu defa dua etmeye başladı. Gene de tam pes etmedi. “Belki bu kadar korkuya kapılmasam ve aklımı başıma toplasam bir çözüm buluruz, ha kuzum ne dersin?” diyerek kucağındaki bebeğe daha sıkı sarıldı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu.

“Nasıl düşündüm şuncacık yavruyu annesinden ayırmayı? Delirdim mi? Naziler gibi manyaklaştım mı? Utan utan canavar kadın. Ayıp vallahi, bunları düşünmek bile yakışmadı sana.”

 

Işık’la birlikteyken dünya hızla dönüyordu. Bir sabah, bir akşam oluveriyordu. Olsundu varsın, zaman pırıl pırıl ve anlamlıydı artık. Ancak her yeni gün Özlem’i beklerken korkuyu kucaklıyordu Feride. Işık gidince eski günleri geri gelecekti. Masasının başında oturup parka bakacaktı, bazen aklı boşalacak, sadece öylesine bakacaktı. Tiyatro olmasa ne yapardı? Kaçırdığı yeni oyunları izleyerek kendi ağzına bir parmak bal çalacaktı ama bakalım bu ona yetecek miydi? Bir bebeğin doldurduğu yaşamı hatırladıktan sonra, bir tiyatro eseriyle yetinebilecek miydi? Örneğin Dürrenmatt’ın “Fizikçiler”ini izlemek kafasını doldurabilirdi ama kucağı ve sinesi hep boş kalacaktı bundan böyle.

 

Bir akşamüzeri kapı çalınca anladı Feride, gelen oydu. Ölmeden canını içinden çekip alacak olan kadın. Yanılmamıştı, işte Özlem karşısındaydı. Solgun ve çelimsiz bir anne. Çılgın gibi bir hamleyle bebeğini çekip aldı Feride’nin kollarından ve kokladı uzun uzun, sonra öptü öptü, doyamadı yine kokladı.

“Ah bilemezsiniz onu nasıl özledim” oldu ilk sözleri.

“Bilirim belki” dedi Feride “Benim de bir oğlum var.” Özlem garip garip baktı yüzüne ne dediğini anlamaz gibi. Feride nazikçe kolundan tutup onu içeri aldı “Aman burası soğuk üşüteceksiniz. Biz de Işık’la seni bekliyorduk.”

 

Özlem kapının önünde paltosunu ve pabuçlarını çıkartırken sordu: “Nasıl bildiniz bugün geleceğimi?”

“Bilmiyorduk, tahmin bizimkisi. En çok on beş gün sonra eve yollarlar diye düşündüm.”

“Kalbim delikmiş, bir anda rengim mosmor oldu, mecalsiz kaldım, ölüyorum sandım. Doktor ‘Git çocuğunu bırak hemen gel, acil ameliyat olman gerek’ dedi. Bir an bilemedim ne yapacağımı ama ölmek istemedim, aklıma siz geldiniz. En aklı başında, en güvenilir olarak tanıdığım bir tek siz vardınız. O aklı beş karış havada arkadaşlarımdan bana hayır gelmeyeceğini biliyordum. Işık’ı size bıraktığımdan beri hep hastanedeydim. O sabah hemen ameliyata aldılar beni. Sonra bir hafta uyutmuşlar, üstüne bir hafta izlediler, kendimi toparladım ve hemen geldim. Aklım başıma gelince hep ikinizi düşündüm. Ne olur beni affedin.”

“O da niye?”

“Sizi bir oldubittiyle karşı karşıya bıraktığım için…”

“Olsun, zarar yok, biz iyi anlaştık.”

“Yok yok, düşününce olacak iş değil benim yaptığım. Ama inanın, insan çaresiz kalınca yapamayacağı şey yok. Bani affetmeseniz de anlarım. Karşılığında ne isterseniz yaparım. Yani aslında bana yaptığınız öylesine büyük bir yardım ki, karşılığı olamaz ama elimden ne gelirse artık; temizlik, bulaşık, alışveriş, yemek hatta muhasebe işleriniz varsa hepsini yaparım. Hemen şimdi başlamalıyım.”

 

Özlem Işık’ı Feride’nin kucağına geri verdi, kollarını sıvayarak mutfağa doğru yürüdü. Feride kucağında bebek, iri iri açılmış gözlerle baktı Özlem’e. Çince konuşsa bu derece şaşırtırdı onu. Sonunda kendini toparladı “Kızım sen şaşırdın mı, ne işi, daha yeni çıktın ameliyattan. Ben senin sadece dinlenmeni istiyorum. Uzan bakalım şuraya, al yavrunu koynuna, biraz konuşalım.”

Feride onu divana yatırıp üstünü örttü.

“Kızım senin annen baban yok mu?”

“Yok” dedi Özlem, “Ben on dört yaşındayken kaybettim onları ve kardeşlerimi, trafik kazası.”

“Ya vah vah, çok üzüldüm, başın sağ olsun. Ya kalacak yerin?”

“Yok ama bulacağım, birkaç yerden haber bekliyorum. Eski kaldığım yerdeki arkadaşlarım çocuk istemiyorlar. Ben de zaten onları iste…”

Sözlerini tamamlayamadı Özlem. Yorgundu, bitkindi ve hâlâ çaresizdi. Yardıma muhtaç zavallı bir görünümü vardı. Feride anne şefkatiyle saçlarını okşadı genç kadının. O çoktan derin bir uykuya dalmıştı, belki de bayılmıştı bilemedi. Eğilip nefesini dinledi.

Işık, anne kokusunu bir kuzu gibi tanımış olmalı, neşeli sesler çıkartıyordu.

“Bak kızım şimdi uslu olacaksın, annenin iyi bir bakıma ve beslenmeye ihtiyacı var. O dinlendikçe eski gücüne kavuşur, o çok genç hiç merak etme. Artık burada bizimle kalacak, ben ikinize de bakabilirim.”

 

Feride Işık’ı annesinin koynundan alıp bebek yatağına yatırdı. Biraz sallayınca dalıp gitti o da.

 

İçinde kabaran coşku, çoktandır karşılaşmadığı bir duyguydu. Ocağın üzerinde kaynayan bir tencere süt gibi her yanından taşıyordu şimdi. Ne yazık ki, Feride sevinince ne yaptığını unutmuştu. Birden “Arzu Tramvayı” oyunundaki Blanche’ın neşeyle dans ettiği sahne belirdi gözlerinin önünde. Yatak odasının kapısını kapattı ve aynı onun gibi kollarını havaya kaldırarak kalçalarını sallayarak döne döne dans etmeye başladı. O anda uydurduğu kıvrak bir melodi, upuzun yıllardan beri ilk defa dans eden, bu geçkin kadına eşlik ediyordu.

“Oh ne güzel kimsesi yokmuş

Oh ne güzel kalacak yeri yokmuş

Oh ne güzel iki kızım oldu

Oh ne güzel biri büyük biri küçük

Oh ne güzel, oh ne güzel”

 

 

*****

 

 

Not: Devamı var.