1968 yılında Bursa’da doğdum. İlköğrenimimi Atatürk İlkokulu’nda, ortasını Bursa Kız Lisesi’nde tamamlayıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydımı yaptırdım. İstanbul’da dört yıl öğrenciliğin ardından evlendim. Bu evlilikten; şimdi otuz yaşında olan oğlum Barış’ı kucağıma aldığımda yirmi dört yaşındaydım. Her saatinde, “İyi ki öğretmenim,” diyerek mayası insan olan bu meslekte kabaran her hamura bir parça kendimden bırakıp onlarca parçayla da büyüyerek yirmi beş yıl çalıştım. 2019 yılında emekli oldum. Salgın sürecinin başlamasıyla yaşadığım yalnızlık beni yazmaya yöneltti. Hakan Akdoğan, Jale Sancak, Onur Orhan, Feridun Andaç, Banu Beliz Güçbilmez, Müge İplikçi, Nil Sakman, Dağhan Dönmez, Fuat Sevimay, Seval Şahin, Nihan Kaya, Burak Bakır, Göktuğ Halis, Pelin Yılmaz, Onur Caymaz, Dr. Aslı Aktümen, Nalan Karagöz, Sibel Algan, Doç. Dr. Erman Gören, Akın Tek gibi değerli hocalardan çevrimiçi bağlantılar aracılığıyla edebiyat ve sinema derin okuma, yazım teknikleri, kurmaca pratikleri, düzeltmenlik, felsefe, sosyoloji, psikoloji, mitoloji, tarih dersleri aldım, alıyorum. Öykülerimden biri Varlık, biri de Öykü Gazetesi’nde, birçoğu da çevrimiçi dergilerde yayınlanmaya değer görüldü. Bir öyküm de ilki düzenlenen Oğuz Atay Öykü Yarışması anısına basılan kitapta yer almaya hak kazandı. Yayımlanmasını amaç edindiğim kitabımda öykülerimin okunur olduğunu görmek isteği ile doluyum. Çalışıyorum. Yaklaşık on yıldır aktif üyesi olmaktan gurur duyduğum, Melih Elal Okuma Gurubu ve Ahmet Cevizci Felsefe Okumaları Gurubu ile faaliyetlerimizi, salgın nedeniyle internet bağlantısıyla sürdürüyoruz.

Bir Mayıs alanı hıncahınçtı. Birden kıyamet koptu.

***

Polis copundan kaçıp sığındıkları ceviz ağacının gölgesindeler şimdi. Aysel “Bazen,” derken soluğu ıslık çaldı; sustu, boşluğa dalıp gitti. Dudağının kenarındaki muzip kıvrım gözlerindeki kederle inatlaşıyordu. Metin onun uzaklaşmış gözlerine bakıp lafını tamamlamayacağını düşündü, sabırsızlıkla sordu; “Eee?” Aysel “E’si,” deyip sanki hiç susmamış, sanki hiç dalmamış gibi sürdürdü konuşmasını. “İnsan zincirlerini unutup kapıyı çarpıp gitme arzusuna boyun eğiyor bazen, olan yine kendine oluyor, oturuyor kıçüstü. Otursa iyi be, yıkılıyor,” bir kahkaha patlatıverdi. Metin anlattığı fıkraya kendi gülenin şenliğiyle gülen Aysel’e, fıkranın sonunda gülünecek bir şey bulurum umuduyla bakan nasıl bakarsa öyle şaşkın bakakaldı. Bilmiyordu ki Metin, Aysel masalarının altındaki yavru kedi gibi yorgundu.

***

-Zürafa’nın tadı kaçtı. Evi kapatacağım, yüküm bana yeter.

-Latife Abla, biz ne bok yiyeceğiz bir başımıza?

-Sizi salacağımı söylemedim.

-Eee?

-Satacağım.

-Eee?

-Senin yerin hazır, Adana. Çantanı topla anam.

Tıslamasının ardından beyaz dumanını saçtı lokomotif, çığlık kıyamet öttürdü düdüğünü, ağır ağır koyuldu yola. Aysel çoktan gelip oturmuştu cam kenarına. Peronun beyaz ışığı altındakiler ellerinde mendiller, trenle beraber hareketlendi. Gözü onlardaydı Aysel’in. Hiçbir mendil onun için dalgalanmadı. Gençten bir kadın kucağında bebesi, elinde çuvalıyla kompartımana girdi. “Selâmünaleyküm abla,” deyip Aysel’in karşısına bıraktı kendini. Selâmı başıyla karşıladı Aysel. Yol ahbaplığında anlatacak bir hikâyesi yok, onunkinin de meraklısı değildi, bu kadarla kalsın istedi hasbihalleri. Başlarını serin cama dayayıp sarsıntılı uykuya bıraktılar yorgun bedenlerini. İkisi de başı sonu olmayan rüyalar gördüler. Aysel birkaç kez bebenin ağlamasına uyandı. Bazen anası memesine dayamış emziriyordu bebeği, bazen de altını bezlemekteydi. Ara ara Aysel’in burnuna Karaköy’ün kokusu geliyordu. Yeni evine varmadan temiz kokuyla doldurmak istedi ciğerini. Kaçtı. Koridorda, açık camdan yüzünü döven rüzgâra karşı iki sarma tellendirdi. O mu içti sigarayı, rüzgâr mı hiç belli değildi.

Yanlarına başka yolcular da kondu, başka başka duraklarda indiler. Aysel de indi bazısında, peronu arşınladı, az çorbanın ardından demi ağırlaşmış çayını yudumladı.

Cama güneş vurmuştu. Aysel’in gözleri uçsuz bucaksız tarlalara değip geçti. İşçiler iki büklüm olmuş toprağa tohum saklamaktaydılar. Tren nihayet son istasyona yanaştı. Uzun uzadıya yankılandı duruşu. Aysel’le anne, birbirlerini Allah’a emanet edip vagondan ayrıldılar. Onlar bekleyenleriyle kucaklaşırken Aysel yoluna düştü. Onun karşılayanı yoktu. Hayatını sığdırdığı valiziyle kendini gardan dışarı attı.

Dışarısı içeriden de kalabalıktı. Bici biciler camekânlı arabalarda serin serin titriyordu. Sırtındaki pirinç güğümde taşıdığı şalgamdan içmek için satıcılardan birine yanaştı. Buz gibi kırmızı suyun acısı boğazını yaktı, ferahladı. Gözleri karşı duvarda asılı pankarta iliştiğinde on gün sonra yine burada olacağını anladı.

Taksiye el etti. Aysel’in hayatı bir bagajdan ötekine fırlatıldı. Aysel, şoförün adres yazılı buruşmuş kâğıda baktığında dikizden yansıyan sinsi gülüşünü gördü. Adam gideceği evin müdavimlerinden biriydi.  “Anam yaşındasın,” dedi çakal. Alışkındı çakallara Aysel. “Görünüşe aldanma, anan küçük bacımdır belki de,” dedikten sonra başka ses etmedi, camın ardından akan hayatı seyre daldı. Dört teker Pakize’nin evinin önünde sıkı bir fren yaptı. Direksiyondaki yerinden kalkmaya yeltenmedi. Aysel ona ücretini ödedi, yükünü kendi çekip çıkarttı, sürüdü.

Zile bastı. Gıdısı memesine dayalı bir kadın araladı tek kanadı, uykulu gözlerle baktı. Aysel onun bir şey sormasına fırsat vermeden, “Karaköy’den, Latife’nin evinden geldim,” dedi. Kapı geçeceği kadar açılıp kapandı. Çıplak ampulün aydınlattığı, leş kokulu sofada dikildiler karşılıklı. Afyonu patlamamış olan “Az bekle,” dedi, “Hanım Abla’ya haber edeyim. Otur şöyle.” Gösterdiği iskemleye çöktü Aysel. Rüyalarla bölünmüş uykusu doymamış, bedeni yorgun, yeni evine boş boş baktı.

“Hoş geldin bacım.”

Aysel merdivenleri yengeç adımlarıyla inen Pakize’nin sesiyle irkildi “Hoş buldum.”

Kadın “Latife seni trenle yolladı ha? Varit değil,” derken karşısındakini tepeden tırnağa süzdü. İçine sığamadığı kırmızı sabahlığının kuşağını düğümledi. O sırada da bu mala fazla para saymış olduğunu düşünüyordu.

Gözlerinde riya okuduğu Pakize’yi “Gidecek yeri olmayana her yol varit,” diye cevapladı Aysel.

***

Sıcak yel ağacın yapraklarını birbiriyle vuruşturuyordu. Aysel “Her şey,” dedi, sustu yine. Artık biliyordu Metin; o dalgın, daldığı yer de derin, bıraktı onu orada. Saçında, yüzünde, dudağının sol kenarındaki kıvrımda gezdirdi bakışlarını. Boynu uzundu kadının, yaşı da kendinden büyük. Esmer derisinin altında yağ yoktu, kupkuruydu. Kendi rengini unutmuş saçlarıysa elbisesinin çiçekleriyle birörnekti; yanık kırmızı. İncecik parmakları, küçücük ellerine fazla gelmiş gibiydi. Metin gözü, kulağı Aysel’deyken dipten balonları yüzeye çıkıp birer birer yüzünde patlayan gazozdan serin bir yudum içti, Aysel’se elini attığı ince belliden yorgun bir yudum. “Her şey aşkla başladı,” deyip güldü. “Hayatım başka türlü olur muydu, bilmiyorum. Düşünmedim, hayal de kurmadım,” derken de bir iç çekti. “Evvelden beri balıkçı sabrı yoktur bende. Daldım denize. Elime değen benim olsun istedim ama,” yine güldü. Aysel’in her gülüşünde, Metin’in gözleri de onun sol yanağındaki kıvrıma takılıyordu. “Nereden bileyim, denizde sadece kısmet yokmuş, avcıyla da doluymuş.” Gözlerini bardaktan kaldırıp ağaca çevirdi, kısarak yaprakların arasından sızan güneşe baktı. Hikâyesine devam etti, “Zokayı yuttum anlayacağın. Dün Karaköy, bugün Çukurova, yarını düşünmeyi çoktan bıraktım. Yorgunum be!”

***

-Pakize Abla, yarın izin yapacağım.

-Nerden çıktı kız izin? Tatil yarın. Üç kuruşu cebine koyup gelme hayali kuranlar sökün ederler.

-Kızlığım mı kaldı benim ayol? Bayram yapacağım. Âdetim bu benim.

-Ayağının tozuyla bana âdet mi bildiriyorsun?

-Estağfurullah. Halden anlarsın diye söyledim.

-Eh, öyle olsun bakalım.

Aysel ertesi gün giyeceği çiçekli basmasını ipten aldı. Güneş altında kavrulmuş kumaş, eti gibi kurumuştu, silkeledi. Ütüyü fişe taktı, elbiseyi masaya yatırdı, kızmış ütüyü üstünde gezdirdi. Her dokunuşunda kırmızı çiçekleri açıldı, yaprakları parladı, işi bittiğinde şıkır şıkır bir bahçe seriliydi masada. Entariyi tel askıya geçirdi, demir dolabın kapağına asıp çocuk başı okşar gibi okşadı onu. Parmaklarında babasının omzunda gittiği bayramların sevinci vardı. Hayli zamandır alanda bayram kutlamayı âdet edinmişti.

***

Aysel kendi kendine söylenir gibi “Sonrası malum işte,” dedi. İlkyaz güneşi gölgesine sığındıkları ağacın yapraklarından üzerlerine yağmaktaydı. Aysel’in denizin serin tuzlu nemine alışkın ciğeri, Seyhan’ın tatlı sıcak nemiyle baş edemiyor, sıkışıp duruyordu.  “Düştüm avcının oltasına. Çırpındım bir iki ama,” derince bir nefes aldı, “güzel sözlere açtım yahu! Gül bahçesi vaat etti, uyudum kuzu kuzu, çocuktum daha.” Dudağının kenarındaki kıvrım derinleşiverdi. “Alanla satan arasında mekik dokudum ama hep dimdiktim,” dediyse de gözlerinden keder okunuyordu. “Kaderimdir dedim, işimi yaptım. Ekmek parasıysa benimki de ekmek parası,” dedi övünçle. “Ayol, bayram günü ben konuşayım, sen dinleyesin diye mi geldik buraya? Biraz da sen anlat,” dedi demesine de yine o konuştu, “Yani demem o ki kıçına güveniyorsan borazan çalacaksın bu âlemde,” diye ekledi, şen şakrak güldü sonra da. Güneşin düştüğü ela gözlerini dinleyicisine kenetleyip sustu.

Metin “Abla,” diye söze başlayınca, Aysel höstü çekip “Lan, evvelki gece üstümdeydin. Ne ablası?” diyerek söze adabınca destur verip dinlemeye koyuldu genç adamı, o da aymazlığını anlayıp karakaşları altındaki toy bakışlarını indirdi masaya. “Ne anlatayım ki? Babam ölünce anam kocaya vardı. Anamı alan herif bizi sağa sola yevmiyeye gönderdi. Üç kardeşin büyüğüyüm. Küçükler okusun dedim, vurdum kendimi yola, çocuktum daha,” sesi heyecanlıydı Metin’in. Anlattıkça daha da heyecanlanıyordu. “Nerede inşaat varsa orada bittim. Tesisat döşemeyi öğrendim. Çabuk öğrenirim. Okusam mühendis olurmuşum, öyle derdi ustam,” bunu söylerken omuzlarını geriye attı, bir kendinden eminlik geldi üstüne. Çivisi sırtına batan tahta sandalyeye yaslandı, “Ne işin vardı alanda?” diye sordu saf saf. Aysel “Senin ne işin varsa benim de o işim vardı,”  diye sesi tir tir titreyerek cevapladı onu. Sustular.

Anlamıyordu Aysel; Metin’le aynı dertle alanda olmasına aklının ermediğine, aklı ermiyordu. Lafa gelince hepimiz insanız! “Ben insan değil miyim?” diye sordu, Metin gözlerini kaçırdı.

Masa altındaki kedicik Aysel’e sırnaştı, kucağına alıp okşamaya başladı onu.

***

Çiçeklenmiş halde kapıdan çıkarken Pakize alaylı alaylı seslendi ardından “Yaşasın bir Mayıs!” Aysel sol kolunu kaldırdı, işaretle orta parmağını dik tutup birbirinden ayırdı, diğer parmaklarını da başparmağına kıstırıp Pakize’nin yüzüne gülümserken içinden “Laf,” dedi. ‘Bir Mayıs bir Mayıs! İşçinin, emekçinin bayramı!’ nakaratını mırıldanarak aldı yolu. On gün önce trenin getirdiği yerdeydi. Tanıdık gözler onu görmezden geldi, o da onları. Etekleri efil efildi. Herkesle birlikte “İş, emek, özgürlük!” diye avaz avaz haykırıyordu. Polisin üstlerine çullanmasından hemen önce, evvelki gece üstünde debelenen gençle bakışları kesişti. O, Aysel’i görmezden gelmedi. Gülümsediler birbirlerine. Aysel’in arbede, koşturmaca, toz, sıcak, bağırış ortasında sahipsiz kalan elini tutup çekti oğlan.

***

İzin günleri bugün. Bayram günü bugün. Polisten kaçıp sığındıkları ceviz ağacının serin gölgesindeler şimdi. Çayı bitti Aysel’in, Metin’in de gazozunun baloncukları söndü. Birer nefes çekip unuttukları sigaraları için için yanıp tükendi. Kedi, Aysel’in kucağında uyuyakaldı.

Yarın işbaşı, dün gibi.