Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Servi’nin makûs talihi 

 

 

Müge İplikçi: Zeytin Dalı’ndan herkese merhaba efendim. Bugünkü kitabımız “Gece Denizi” ve konuğumuz Şebnem Soral Tamer. Şebnem Hanım, merhabalar. Yayınımıza hoş geldiniz…

 

Şebnem Soral Tamer: Hoş bulduk, Müge Hanım, beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

 

Müge İplikçi: Ne demek… Kitap çok ilginçti. Okurken çok farklı yerlere gittim. Ellerinize sağlık.

 

Şebnem Soral Tamer: Çok teşekkür ederim, bunu sizin gibi birinden duyduğuma gerçekten çok sevindim.

 

Müge İplikçi: Var olun… İzninizle hemen sorulara geçmek istiyorum. Kitap, Carl Jung’un bir sözüyle başlıyor: “Bilinçaltınız bilince dönüşene kadar hayatınızı yönlendiren o olacak ve siz ona ‘kader’ diyeceksiniz.” Jung’un bu sözünü çok severim ve açıkçası kitap beni önce bu cümlelerle kendine çekti. Size bu sözün kahramanımız Servi nezdindeki açılımını sormak istiyorum. Nasıl bir bilinçaltıdır bu?  

 

Şebnem Soral Tamer: Aslında ben cümlelerin altını çizen biri değilim pek. “Alıntı insanı” olduğumu da söyleyemem. Bu yüzden, beni tanıyan insanlar onu okudukları zaman biraz şaşırmışlardı. Ama kendimden tamamen çıkıp Servi gibi delibozuk bir zihne hizmet edebilecek çok iyi bir söz olduğunu düşündüm. Çünkü psikoloji alanında Jung gibi batıni bakışa sahip çok az isim var ve bizim gibi düşünen, bir şeyler yazmak, yaratmak isteyenler için güzel malzeme sağlıyor. Özellikle de büyülü gerçekçiliğe varması istenen metinler için Jung çok iyi bir emekçi. Aslında Servi’nin anlattığı meselelere en başından “mantıklı” görünebilecek bir açıklama eklemek istedim. Bir büyüğümüz benim adıma konuşup söylesin istedim ve mümkünse tartışma kabul etmeyecek büyüklükte bir isim olmalıydı bu… Servi’nin kitap boyunca gördüğünü iddia ettiği şeylere en baştan ve tez elden bir açıklama borçlu olduğumu hissettim. O açıklama bana bütün kitap boyunca yardım etti. Kendimi tamamıyla gerçekliğin içinde kaybetmek üzereyken bu söz çıkış kapım oldu hep. Ondan aldığım gayretle de bazen dram olacak anlatıları komediye bağlayabildim, bazen de komediyle başlamışken hakkını vererek drama ilerlettim. Ama bunları hep mağrur bir biçimde yapmaya çalıştım. Süreç boyunca ona bir öğüt gibi tutundum. Dolayısıyla hem Servi hem de benim için Jung’la yaptığımız başlangıç çok önemli oldu.

 

Müge İplikçi: Şu noktada Servi’nin kaderini sormayı ve bu konuda bize biraz ipucu vermenizi istiyorum…

 

Şebnem Soral Tamer: Servi’ninki makûs bir talih… Bunlardan pek bahsetmiyor ve devam kitabında da sözünü etmeyecek ama anladığım şu ki kaybetmek istemediği çok az şeyi de yitirmiş bir kadın o.  Bence böyle insanlardan korkmamız ya da temkinli yaklaşmamız lazım çünkü kaybedecek bir şeyleri kalmadığında her şeyi fütursuzca anlatırlar. Açıkçası bu üslupla yaratılmış şeyleri okumak ya da izlemekten çok zevk alan biri olarak öyle birini hayal etmeye, onun gibi düşünüp yazmaya çalıştım.

Kaderine gelince… Kitabın başındaki monologunda kendisi “göçmeye” niyetli olduğunu söylüyor, ısrarla da bu kelimeyi kullanıyor (ben de oyunu bozmayacağım). Fakat gitmeden önce kanıtlamaya niyetli olduğu bir iddiası var: Hepimize özel üretildiği iddia edilen hayatlarımızın öyle olmadığını anlamış. Mitlere, masallara, kutsal metinlere bakmış ve bir tekrarın içinde olduğumuzu gözlemlemiş. “Hepinizin hür iradesi var, şöyle seçim yaparsanız böyle olur,” gibi lafların da hepsi palavraymış. Gitmeden ya da göçmeden önce de bütün bunları anlatmak istiyor. Ve aslında yaşlı bir kadın bile değilken, kendini öyle hissederek, bütün huysuzluğunu, komikliğini, dilbazlığını yüklenerek bize bir hikâye anlatmaya başlıyor. Bu, onun hikâyesini anlatan bir roman ama standart roman kalıpları içinde anlattığını söyleyemeyiz. İlginç, hibrit bir tarzı var, öykülerin yan yana gelmesiyle oluşan bir roman. Belki de daha çok “bir defter tutmak” aslında…

 

Müge İplikçi: Ben de tam oraya geliyordum: Bu tarzı neden tercih ettiniz?

 

Şebnem Soral Tamer: Çünkü bu çağın okurunun beş yüz sayfalık bir roman içinde iki yüz elli sayfa boyunca herhangi bir şeyin tasvirini okuyabileceğini sanmıyorum, Müge Hanım.

 

Müge İplikçi: Katılıyorum…

 

Şebnem Soral Tamer: Bence o kitapları okuyup kılcal damarlarımıza kadar işlemesini isteyen son kuşağız. Ne yazık ki artık kimsenin bunlara tahammülü yok. Benim var açıkçası ama kitabı yazarken birincil amacım muhteşem dil yeteneklerimi sergilemek değildi. Aklımda bir hikâye vardı, onu anlatmak istiyordum. Yaşar Kemal’den, Zeyyat Selimoğlu’ndan, Marquez ve Cervantes’ten gördüğüm o bir parça meddahlığa özeniyordum. Bir çaylak olarak bunu kendimce yapmaya gayret ederken önemli olan konuyu iyi ifade etmekti, uzun uzadıya tasvirler değil. Bu yüzden karakterin bir günlük ya da defter tutması en mantıklı çözümdü. Orada da tıpkı böyledir çünkü; her şeyi kısa kısa yazarsınız, mühim olan konuyu kayıt altına almaktır.

 

Müge İplikçi: Bilinçaltımızın mit ve masallarla kurduğu bağa da değinmek istiyorum. Çünkü kitap metinlerarasılık anlamında da önemli bir noktada durmuş ve o kavşaktan bize göz ediyor. Bu bence edebiyatımızda anılması gereken bir kavşak bence… Bunu sizden dinlemek istiyorum.

 

Şebnem Soral Tamer: Bunlar çok güzel sözler, gerçekten çok teşekkür ederim. Biz metinler arasındaki bağı bir cümlenin altını oyarak, deşerek bulmaya çalışırız hep. Ve bu karşılaştırmalı edebiyat biliminin de ekmek yemesini sağlayan bir şey aslında. Ben bir kere de açıktan yapabileceğimizi düşündüm bunu. Ben metnin başında sözlükçeyi vereyim, siz metindeki canavarın nerede olduğunu bulun işte ki bulması da hiç zor değil aslında.

Mitlerden, masallardan, sözlü edebiyattan bize kalanlar çok kıymetli hazineler. Daima yaşayabilmeleri için metinlerin içinde onları kullanmak geçmişin edebiyatında vardı, hâlâ var. Ben bölümlerin başına hangi anlatıyı kullanacağımı yazdım, sonra da onlarla yeni bir hikâye yaratmayı denedim. Bu bir aktarım cinsi, miras taşımacılığı… Yazdıklarımız var oldukça onları öğrenenlerin olması bence çok büyük kâr.

 

Müge İplikçi: Servi, “Onların temsillerinde oynadığımı fark ettim,” diyor. Bunu açıklamanızı isteyebilir miyim?

 

Şebnem Soral Tamer: Bence kutsal metinlerin büyük bir kısmı gibi mitler ya da sözlü edebiyattaki kıssadan hisseler de son derece zeki kimseler tarafından hayata geçirilmiş. Nasıl bir kalibre ve yetenektir ki bugün, bu tarihte süren hayatınızın orta yerine geçip oturabilecek sözleri binlerce yıl önce yaratılmış o sayfalarda bulabiliyorsunuz… Daha gençken böyle düşünmüyordum, bunu yaş aldıkça anladım. Büyüdükçe “klişe” deyip geçtiğimiz şeylerin gerçekliklerini yüzünüze vurmasına benziyor. Artık görmezden gelmek mümkün değildi… Böylece, binlerce yıl öncesinden gelen Nuh Tufanı anlatısını Halfeti’de kurulan baraj öyküsüyle yan yana getirebileceğimi fark ettim. Romandaki Dicle Teyze bunun olabileceğine inanıyordu, ben neden inanmayayım, diye düşündüm. Evet, olabilir, gerçekliği farklı şekilde yorumlayabiliriz. Çok uzattım ama bir şeyi ekleyip öyle bitirmek istiyorum: Çok da hoşlanmadığım bir oyuncu olan Jim Carrey’nin kurgusal biyografisini bastık bir süre önce. Bu kurmaca yaşam öyküsünün kapağında muazzam bir söz vardı: “Burada anlatılan her şey gerçek ama hiçbiri doğru değil.” Onu okuyunca zihnimde bir şey çaktı ve o güne kadar böyle bir şey yapabileceğimin farkında değilken bunun ayırdına vardım.

 

Müge İplikçi: Bir röportajınızda geçmişe bakış ve hesaplaşmadan bahsediyordunuz, Açık Radyo’daki bu söyleşiyi de zevkle dinledim. Orada bu topraklarla, özellikle de Anadolu’yla kurulamayan bağlardan bahsetmiştiniz. Bu konu hakkında ne söylersiniz?

 

Şebnem Soral Tamer: Genel olarak bir memleketi onun metropollerinden ibaret saymak ama onun hakkında bir şeyler yazmaya çalışırken İstanbul’da, en üst kattaki evinizin balkonundan ufuğa bakıp Anadolu’yu görmek mümkün değil. Hayal ederek bir şeyleri yazmak da bir yere kadar oluyor. Elinizin altında bir fırsat varsa eğer, hele ki memleketlisiyseniz o insanların, bir zahmet gidip onlarla bir bardak acı çay içmeniz gerektiğini düşünüyorum. Bazı şeyleri sadece “hayal” etmemeliyiz bence, çünkü gerçekçi olmuyor. Var olan bir şeyi anlatacaksanız gidip bakın. Ne yağmurunda erirsiniz, ne karında donarsınız. Onların çok sıcak bir dünyası var. Buradan ve olabilecek her yerden daha gerçek.

 

Müge İplikçi: Metinler arasına serpiştirilen anlatılara ve alıntılara gelirsek, bu kısımların neye göre seçildiklerini merak ettim… Böyle bir plan var mıydı ya da?

 

Şebnem Soral Tamer: Bu son ekleme çok güzel oldu gerçekten! Hayır, kesinlikle bir plan yoktu… Gördüm, okudum, sonra onlar üzerine bir şey yazmaya karar verdim ama yazarken, planladığım şeyi de yazamadığımı fark ettim. Bu kadar plansızdı inanın. Ben normalde disiplinli biriyimdir, Müge Hanım, buna mecburum. Basında çalışırken de dakikalarla yarışırdım, hiçbir şey değişmedi, şimdi metin işçiliğinde de aynı durumdayım. Âdeta buna bir tepki gibi, hiçbir plan olmadan yazdım ve bazı şeyler beni de çok şaşırttı. Mesela ömrüm boyunca Kitab-ı Mukaddes’i çok okudum ama Gofer Ağacı’nın dipnotuna bakmak hiç aklıma gelmemişti. En önemsediğim bölümlerden birinin alıntısındaydı; yazacağımı bildiğim tek karakter olan Dicle Teyze’nin bulunduğu kısım. Bana barajın “gerçek” hikâyesini Dicle Teyze anlatacaktı. Günler, gecelerce, rüyalarımda bile konuştu, duşa girdiğimde kendi kendime konuşturdum onu, vesaire… Onu önce sözle yazmaya başladım. Bölümün girişini Kitab-ı Mukaddes’in Yaradılış kısmında bulunan Tufan anlatısından alacağımı biliyordum. Nuh’un gemisini yaptığı Gofer Ağacı’na verilen dipnotu gördüğümdeyse aklım başımdan uçtu gerçekten: “Ne tür bir ağaç olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte Servi Ağacı olduğu sanılmaktadır,” yazıyordu. Çok ilginç bir andı. Şu an sürekli batıla bağlıyor gibi görünüyorum, halbuki hiç böyle biri değilim, inanın ben de çok şaşırdım. Ve çok mutlu oldum çünkü çok doğal bir şekilde yerine oturdu.

Başlarken yaptığım tek plan, ağırlıklı olarak bu topraklardan çıkmış mitolojik ya da yerel anlatıları araştırıp onları kullanmaktı. Bunları uzun zamandır çalışıyorum ve mitoloji dediğimiz şeyin bize yalnızca ithal edilebilir bir şey gibi görüldüğünü anladım. “Narkissos dediğin anlatı Ege topraklarından doğdu,” dediğinizde insanlar çok şaşırıyorlar örneğin… İslamiyet öncesi anlatıları da alarak bir koleksiyon yapacaktım kendime, bundan emindim. İşlemek istediğim hikâyeleri onlarla yan yana getirecektim. Bunun dışında hiçbir şey planlı değildi, zaten yayımlanacağını da bilmiyordum.

 

Müge İplikçi: Burada Jung’a dönmek çok esaslı bir tavır olacak diye düşünüyorum: “Bilinçaltınız bilince dönüşene değin,” diyor ya… Şebnem Soral Tamer’in metinlerarası serüvenini de biraz bununla özdeşleştirdim ben.

 

Şebnem Soral Tamer: Doğrudur Müge Hanım ve siz de bu cümlenin altını sıklıkla çizmekte çok haklısınız, çünkü o anlatıların hepsi bizim gerçekten de bilinçaltımızda. Bir şey oluyor ve yol bulup günlük bilincinize varıyorlar. Bu hikâyeler bir şekilde zihnimizde birikiyor ve patlayıp yüzeye çıktıkları yerde çok güzel bir şeye de dönüşebiliyorlar… Benim için öyle oldu.

 

Müge İplikçi: Aslında burada yazıya dair bir teorinin altını da çizmiş olduk, bunun için teşekkür ediyorum.

 

Şebnem Soral Tamer: Asıl ben teşekkür ederim ama hangi teori olduğunu da çok merak ettim!

 

Müge İplikçi: Çok ortada olan bir şey aslında: Yazar, metne oturmadan onu zihninde yazmış oluyor. Bilinçaltı böyle bir yapılanma. Ben de yazdığım için biliyorum. Bir süre yazamıyorsunuz, sonra bir gün, bir hafta ya da bir ay içinde o metin kendiliğinden dökülüyormuş gibi geliyor ama aslında hikâye bu değil tabii… Onu bir de bilinçaltına sormak lazım.

Şimdi, bir de bilince gelelim istiyorum. Servi, bizim basın-yayın dünyamızla ilgili çok ciddi saptamalar yapıyor ve sizle çok iyi bildiğimiz, başkalarınca ise bilinmeyen bir dünyaya projektör tutuyor. Özellikle şu Mehtap Hanım ve Lalezar Hanım’ın nasıl kadınlar olduğunu sormak istiyorum.

(Karşılıklı gülüşmeler…)

 

Şebnem Soral Tamer: Tam da “Güleriz ağlanacak hâlimize” durumundayız Müge Hanım! Siz çok iyi anlıyorsunuz tabii…

Ben çocukluğumdan beri, özellikle de kriz anlarında çok gülerim. Ters psikolojiyi pek iyi bilen annem de olayın her zaman aslını kavrayıp “Ağlayacak mısın?” diye sorardı. O kısımları böyle bir hezeyanla, Gogol’ün kitaplarından yükselen karanlık kahkahalarla anlattım. Böylece varın, siz anlayın ki nasıl kadınlardı… Ama ikisinden de hiçbir şey öğrenmediğimi söylersem büyük haksızlık etmiş olurum. Özellikle Mehtap Hanım adıyla anlattığım kişi bana gerçekten çok şey öğretti.

Kitabın büyük bir kısmı, hiç yaşanmamış bir gerçeklik yaratma denemesiydi. Ama itiraf etmeliyim ki sözünü ettiğiniz bölümler son derece gerçek! Mehtap Hanım’a benzeyen bir kadın hayatıma girdi ve bana çok fazla şey öğretti. Onu düşünürken hatırladıklarım kötüden çok, muhteşem ve iyi şeyler. Tıpkı Servi gibi ben de çok küçük yaşta çalışmaya ve onunla birlikteyken bir parça erken büyümeye başladım. Şimdilerde ters evrimle daha çocuksu hissettiğim zamanlar oluyor ki bu da normal çünkü zamanında yaşanamadı, basın gibi bir meslekte yaşanamazdı da. O durumda sizi yaşatmazlar ne de olsa… Dolayısıyla ilk iki-üç ayda anlıyorsunuz durumu ve diyorsunuz ki: “Tamam, öyle olmasam da büyük bir kadın gibi görünmeliyim.” Bunu yapabilmemi sağlayacak ilk numarayı Mehtap Hanım’dan öğrendim ve şu an gördüğünüz koyu renk göz makyajından hiç vazgeçmedim. “Seni daha iyi, daha kararlı, daha güçlü, dolayısıyla daha büyük gösterir,” demişti çünkü… Zor bir kadındı ama bana çok farklı şeyler öğretti ve en nihayetinde onu çok iyi anıyorum.

Lalezar Hanım ise çok başka bir hikâye! Kendisinden öğrendiğim en önemli şey, nasıl bir insana dönüşmemem gerektiğiydi. Bana bunu bilfiil, uzunca bir süre anlattı davranışlarıyla. Dolayısıyla kendimi Mehtap Hanım’dan çok Lalezar Hanım’a borçlu hissediyorum.

 

Müge İplikçi: Şunu söylemeliyim ki bu kitap bende dişi bir metin olarak iz bıraktı… Ve ısrarla sormak isterim: Gerçek dünyada Servi’nin izini takip etmek bir kurtuluş sayılabilir mi? Ya da “kurtuluş” var mıdır, varsa nerede olabilir?

 

Şebnem Soral Tamer: Bazen bir şeyleri çok fazla ciddiye almamakta… Tıpkı Servi gibi. Çünkü ciddiye alındığında çok saldırganlaşan tehditler var. Bunlar her zaman mitolojik ya da dini kitaplardan fırlamak zorunda da değiller. Bana kalırsa Servi’nin yaptığı en dâhice şey bu: Hiçbirini çok ciddiye almıyor. Bence kurtuluş burada, Müge Hanım. Herkese ederince, ağırlığınca ciddiyet bahşetmeliyiz. En azından aklımız başımıza geldikten sonra. Çünkü bu, silahsız birini silahlandırabilen bir şey. Servi’nin bana öğrettiği, öğrenmeye de çok istekli olduğum ilk şey bu ve sanırım son birkaç yıldır bu konuda daha iyiyim. Öte yandan, dramatize etmemenin gücüne de çok inanıyorum. Gülmek istediği zaman gülen bir kadın resmetmek istedim. Bu çok devrimci bir eylem ve olayları gereğinden büyük görmemizi engeller. Hepsinden önemlisi seni kindar biri olmaktan alıkoyar. Bunları çok önemsiyorum.

 

Müge İplikçi: “Ağaçların koruyucu ruhu” başlığıyla, çok kallavi bir perspektif geliştirebileceğimiz bir bölüm de var kitapta. “Ağaç İyesi”, iklim krizindeki dünyaya ve insanlara dair neler yapabilirdi sizce? Artık böyle bir şansımız var mı?

 

Şebnem Soral Tamer: O zamanlar varmış bence… Bahsettiğiniz, ilk bölümü açan sözlükçe. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, Servi’nin isminin nasıl koyulduğunu anlatan bölüm bu. Ve o alıntı, kitapta en çok önemsediğim anlatılardan biriydi; “iye” demek, kutlu, koruyucu ruh demek ve çok eski dönemlerde her ağacın bir koruyucusu olduğuna inanılırmış bu topraklarda. Tahmin edebileceğiniz gibi, ağaçlara da ona göre davranılırmış. Bir yandan yaparken bir yandan yok eden bu çağ, o dönemlere özenmeme sebep oluyor. Ve kitabı da bunu anlatan bir alıntıyla açmayı bilerek tercih ettim.

 

Müge İplikçi: Son olarak “Kıdır”ı sormak istiyorum size… Baba Mıgır ve ekibi, en soluksuz okuduğum bölümdü. Sizce yaşadığımız açmazların içinde bize kurtuluş sunabilecek böylesi ekipler var mı?

 

Şebnem Soral Tamer: Bence var, Müge Hanım. Tabii o bölümde Servi meddahlığını konuşturmaya çalışırken olay çok uhrevi, olmayacak bir masalmış gibi görünüyor ama hiç değil, o ekipler kesinlikle var. Çok benzer bir gece yaşadım…

 

Müge İplikçi: Yaşanmış bir olay yani?

 

Şebnem Soral Tamer: Evet. Gerçekten bir gece sokakta kaldım ve kendimi koruyabileceğimi düşündüğüm bir yere sığındım. O çocuklarla tanıştım. Mıgır’dan farklı bir ismi olan babayla da tanıştım. Hatta sonrasında gidip insanlara sordum: “Geçen gece falancayı gördüm burada, o gerçekten var mı?” Bana öyle gerçekdışı gelmişti ki! Ama varmış gerçekten, delirmemişim, rüya da görmüyormuşum… O bölüm benim için de çok önemli ve o geceyi hiç unutmak istemediğim için farklı bir çehreye büründürerek yazdım.

Lafın kısası, bu ekipler var. Ne uhreviler, ne kutsallar, ne başka bir şeyler… Ama anlatırken öyle geliyor insana çünkü “Böyle bir şeyin olması mümkün değil,” diyorsunuz içinizden, “mümkün değil”. Hele böyle bir yerde, bu koskoca şehirde. “Daha iki dakika önce yukarıda, Nişantaşı’nda başına gelen işlerden sonra aşağı inip orada, o şeyleri yaşaması mümkün değil insanın.” Ama mümkün işte. Sadece nereye bakmamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor bazen. Bol kepçe dağıttığımız ciddiyet gibi, var olan empatimizi doğru yere yöneltmekle alakalı bu sanırım. “Onlarla konuşurken biri beni görürse ne der?” diye düşünmeden, iki laf edebilmekle ilgili bir şey. Ben böyle yetiştirildim ve hâlimden çok memnunum… Yani, evet, varlar, bakınca hemen görüyorsunuz; gülüşlerinden, yürüyüşlerinden belli ediyorlar kendilerini.

 

Müge İplikçi: Yaşasın öyleyse! “Şimdiye dek yazdıklarımın çoğunu gündüz gözüyle görüp yaşadım. Yeni defterin sayfalarıysa gece görünenlerle dolacak.” cümleleriyle biten kitabınız için size teşekkür ediyorum.

 

Şebnem Soral Tamer: Asıl ben teşekkür ederim size!

 

Müge İplikçi: Benim için hafta sonumu güzelleştiren bir kitap oldu. Ellerinize sağlık…

 

Şebnem Soral Tamer: Bunu sizin gibi bir edebiyat şahsiyetinden duymak çok onur verici. Çok teşekkür ederim, Müge Hanım.

Kısaca tanıtmak istiyorum kendisini sizlere: Şebnem Soral Tamer İstanbul’da doğdu, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nde okurken, televizyon, radyo ve süreli yayınlarda çalışmaya başladı. 2011’de Can Yayınları’nın basın danışmanlığını yaptı. Şu an Epsilon Yayınevi’nde projeler editörü ve Kafka Kitap’ta ise yayın sorumlusu editör olarak çalışmakta. İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm Bölümü’nde ikinci üniversite eğitimini de sürdürmekte.