Dilek Emir

Biz İğneyle Tünel Kazarken

1974’te İzmit’te doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul’da, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde tamamladı. Uzunca bir süre fon yönetimi alanında çalıştıktan sonra, 2012’de başladığı Notos Kitap Yayınevi’nin genel koordinatörlük görevini sürdürüyor. İlk öykü kitabı Tek Kişilik Kahvaltı 2012’de yayımlanan Dilek Emir’in ilk çocuk kitabı, evcilik oynarken hayaller kuran çocukların öyküsü. Günışığı Kitaplığı’nca yayımlanan Burası Bizim Evimizmiş Şimdi! (2021), sanatçı Huban Korman’ın rengârenk desenleriyle canlandı. Edebiyat çalışmalarına devam eden Emir, İstanbul’da yaşıyor; bir oğlu var.

Üniversitede pedagojik formasyon dersi veren komşumla pandemi sırasında yürüyüşlere çıkmaya başlamıştık. Güncel siyasetten çocuk bakımına, yemek tariflerinden aşı tartışmalarına giden bir yelpazede süren sohbetlerimizde bana somut ve soyut zekâdan bolca söz etmişti. Çocuklarda soyut zekâ eğitiminin göz ardı edilmesinden yakınıyordu. Görmediğimiz, duymadığımız, bizzat tanık olmadığımız şeyleri öngörmeyi, anlamayı, beklemeyi, tahmin etmeyi öğrenemiyorduk. Milletçe bu konuda eksiktik ve çocuklara da öğretemiyorduk.

İklim kriziyle ilgili bir yazı yazmaya koyulduğumda ilk aklıma gelen şeylerden biri bu oldu. Dünya 2021 yazını felaketlerle geçirmişti. Ve artık hiçbir konuda uzmanlığı olmayan ama her şeyi bilen, mikrofon uzatılmış “sokaktaki insan” bile iklim krizine bütün kalbiyle inanır hale gelmişti. Artık felaketleri gözümüzle görüyorduk. Sulara kapılıp sürüklenen insanlar vardı sosyal medyada. Orman yangınlarında alevlerin köy evine yaklaştığına canlı yayında bizzat şahit oluyorduk. Birden nereden gelmişti bu iklim felaketi? Düne kadar yoktu sanki… Somut zekâ devredeydi. Gözümüzle görünce inandık.

New York Times‘ta Julia Rosen’ın iklim krizi üzerine hazırladığı dosya, bilim insanlarının yüzde 97’sinin gezegenin ısındığı ve bunun başlıca nedeninin insan olduğu konusunda hemfikir olduğunu göstermiş. Büyük küçük her konuda sonsuz tartışmalara girişen bilim insanları için bu hayli yüksek bir oranmış. Aşı karşıtları sağ olsunlar, bilime inanıp inanmamanın en çok sorgulandığı dönemlerden birine denk geldik. Aklımız alıyor mu, hayır. Bilime inanmıyorsak tarihe nasıl inanacağız? Bilim bir gün bu kendine inandırma savaşından çıkabilecek mi?

Noam Chomsky ile iktisatçı ve siyasetbilimci C.J. Polychroniou’nun Truthout adındaki internet sitesinde yayınlanan söyleşisinde Chomsky’nin şu sözlerini alıntılamazsak olmaz: “Bilim insanları da insan. Ne onlar ne de kurumları eleştirinin üzerinde. Hataları, yalanları, çocukça kavgaları, türlü insani kusurları olabilir. Ancak bilimin kendisine karşı eleştirel olmak, insanın yaşadığımız dünyayı anlama çabasını suçlu çıkarmak demek. Umudu bir kenara bırakmak demek.”

Chomsky böyle söylüyor ama öte yandan bilime karşı eleştirel yaklaşmayı sadece soyut zekâ eksikliğine bağlamak da haksızlık olmalı. Belki de çakal bir ileri zekâdan söz edilmeli. İklim krizinin asıl sorumlularının, dünya refahından aslan payını alan zengin ülkelerin küçük ve varlıklı azınlığının olduğunu biliyoruz. Bu mutlu ve ileri zekâlı azınlık böyle büyük bir konuda ulusların işbirliği yapmasından, pastanın yeniden paylaştırılacak olmasından ve akan suların yön değiştirecek olmasından tedirgin oluyor olmalı. Yoksa zaten ideal bir dünyada ülkelerin iklim politikalarının da geç kalıyor oluşuna tanık olmazdık. Mutlu azınlığın soyut zekâya ve hatta ileri zekâya sahip olduğuna bahse girebilirim ama ispat edemem.

20. yüzyıl ortalarına göre sıcaklık bugün 1,2 derece yükselmiş durumdaymış. Bu 1,2 derecelik yükselişle birlikte nelerin değiştiğini burada sıralamanın pek bir yararı yok. Bu listelere erişmek ve dehşete kapılmak çok kolay. Üstelik hiçbirinin efsane olmadığına da artık bu yaz yaşadığımız sel ve yangın felaketlerinden sonra eminiz. Sokaktaki insan da emin. Sonunda inandık, iman ettik. Bunlar inanmamız gerekenlerdi. 21. yüzyılda bilime, aşı olmamız gerektiğine, dünyanın giderek çölleşeceğine, düz bir tepsi olmadığına inanmalıydık. Ama inanmamamız gerekenler de var. Mesela Kanada’nın bir kıyı şehrindeki bilmem ne fabrikasının havaya saldığı kimyasalların iklim krizine etkisini halının altına süpürüp benim karbon ayak izim konusundaki kafa karışıklığımı kullanmak isteyenler var. Michael Mann’a göre, dünyayı kirletenlerin asıl taktiklerinden biri her şeyi bize yüklemek, her şeyin yalnızca bizim bireysel eylemlerimizin sonucuymuş gibi görünmesini sağlamak. Şimdiye kadar başarılı olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu konuda biraz okumuş, izlemiş olanlarımız araba kullanmamayı, bisikletle işe gitmeyi düşünmemiş midir ya da yemeksepeti’nden sipariş verirken plastik tabak çatal istememek için malum kutuyu tıklamamış mıdır. O kutuyu tabii ki tıklayacağız, tıklamak zorundayız çünkü bir yanımızla biliyoruz ki plastik çatal bıçağı istemeyen bizler aslında çok kalabalığız, bir şeyleri değiştirme gücüne sahibiz. O kadar kalabalığız ki aynı anda aynı yere yürüdüğümüzde kimse bizi durduramaz. Ama öte yandan şunu da biliyoruz, biz iğneyle tünel kazarken birileri kepçeyle dünyaya dalıyor. Çözüm dönüp dolaşıp seçilmişlere baskı yapmaya, ses çıkarmaya geliyor ama sanırım bizim ülkemizde iklim krizinden daha ciddi konularımız var. Dünyanın başka yerlerinde iklim krizi tartışmaları süredursun biz Avrupa’nın çöplerini güzelim köylerimizde yakıp cebimize birkaç kuruş sokuyoruz.

Bu arada iklim kriziyle beraber ilk yok olacak on iki bitkiden birinin kahve olduğunu öğrendim geçen gün. Bu kasvetli yazıyı, bir ağıt daha ekleyip bitirmek pek hoş olmadı ama kahve kırmızı çizgimizdir, kahveciler bu tehdidi yakından hissettiklerinde ayağa kalkıp gerekeni yapacaktır. Buna inanıyorum, bilime inandığım kadar…