Meliha Akay, Mustafakemalpaşa Tepecik doğumludur. Liseyi aynı ilçede bitirdi. Turizm ve Otelcilik eğitimi aldı. Uzun yıllar Kadıköy’de bir otelde işletme sorumlusu olarak çalıştı. Bir erkek çocuk annesi.
Yazın çalışmaları kitaplaşmadan önce Varlık, Yaşasın Edebiyat, Mum, İnsancıl gibi dergilerde yayımlandı. Halen tiyatro dergilerinde oyun analizi yazıları, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin kitap eklerinde araştırma ve inceleme kitapları ile ilgili yorum yazıları yazmakta ve söyleşiler yapmaktadır. Bir dönem Kocaeli’de çıkan Aydili Kültür ve Sanat Dergisi bünyesinde “Öykü Nedir?” konulu dersler verdi.

Yazarın Daha Önce Yayımlanmış Kitapları:

- Yağmura Tutulanlar, 2002
- Gülüşün Gelincik Tarlası, 2004
- Ya Kaybolursan, 2006
- Ateşin Külü Suyun Mili, 2008
- Badem Şekeri, 2011
- Çileklik / Bir Osmanlı Paşasının Mirası, 2013
- Gül Bahçesinde Melekler Yoktu, 2014
- Polonezköy Kelebekleri, 2016
- Yeryüzü Göçebeleri, 2018
- Pelitya, 2020
- Doğu İstanbul’un Batısı2021

Facebook: Meliha Akay
Instagram: @akaymeliha
Mail: akaymeliha@gmail.com
www.melihaakay.com

Küresel ya da ulusal krizlerde bile türlü bahanelerle sömürülmekte olan işçi sınıfının tarihi ne denli meşakkatli bir yolculuğun tarihi ise, gelecekte katedeceği yol da o denli meşakkatli görünüyor.

Yüzyılların içinden geçtik, felaketlerin damgasını vurduğu zamanlara geldik. Bir yanda Mars’a yatırım yapan zenginler, bir yanda eski imparatorluk günlerinin özlemiyle yanıp tutuşan liderin sınırlarını genişletme çabası, paçamızdan çekiştirip duran küresel salgın, bir yanımızda açlıktan kırılan Afgan çocukları ki kara kıtanın en ücra köşelerindeki çocuklarla aynı kaderi paylaşıyorlar, her geçen gün derinleşen ekonomik krizlerin çalan tehlike çanları ve de işini kaybeden milyonlarca emekçi… Sınırlar, iktidarlar, rejimler değişse de değişmeyen tek gerçeklik bu: sömürülen emek…

Paul Mason’un uzun araştırmalardan sonra kaleme aldığı, her dönemin kitabı olmaya aday Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek (Yordam Kitap) geçmişten geleceğe işçi hareketine ışık tutarken yürünecek yolun uzunluğunu zorluklarını işaret etmesi gelecekten umutlanmalı mı, kaygılanmalı mı sorusunu da beraberinde getiriyor. Zamanın hem bu kadar içinde hem bu kadar uzağında olabilir mi insan? Bu soruyu da kitap kendi kimliğinde saklıyor; çünkü insan yaşamıyla ödenen bedeller göz önüne alındığında insanın özerkliğini yok sayan sistemin iki yüz yıl önceki durumu ile tahtı sallantıda olan kapitalizmin bugünkü durumu aradaki mesafeyi iki yüz yıldan iki günlük uzaklığa indirgemiş görünüyor.

Kitapta vurgulamak istediğim bölümlere geçmeden önce, birkaç gün önce televizyonda izlediğim bir patron tavrını, çok ironik bulduğum için paylaşmak isterim. Çok eski bir çikolata markasının yaratıcısı… Salzburg’da. Çikolata üretiminde çalışan işçilerin üretilenlerden yememesi için, onlara mesai boyunca ıslık çalmasını öğütlüyor! Kapitalist sistemin acımasızlığı! Ama sonrasında değişen koşullarla birlikte yeni yöneticilerin bu uygulamayı bırakıp her işçinin mutlaka ürünlerden test etmesi gerektiği inancı…

Yeniden kitaba dönersem; 1960 yılında Manchester’da doğan Paul Mason, tekelciliğe karşı başlatılan hareketin, ilerlemenin ilk yüzyılını anlatırken önemli olaylara değinmenin yanı sıra tarihe tanıklık edenlere birinci ağızdan yer verir kitabında. Ne de olsa iki savaş arası süreçte yaşanan karmaşa ve kriz içinden geçtiğimiz yirminci yüzyıla aittir ve tanıkların anıları taptazedir. Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’daki beyaz erkek işçilerin ve erkeklerin oluşturduğu sendikaların hikâyeleri sanayi kapitalizminin ilk yüz elli yılını kapsamakta. Anıların, başvurduğu akademik kaynakların ve sözlü tarihin birbirine eklemlendiği kitapta, yazar konu edilen ülkelerin politik ortamını gözler önüne serer. Bunu yaparken de; bugün dedelerinin çalıştığı işyerlerinde çalışan, onların gittiği barlarda içen işgücünün yerine yaratılmakta olan küresel işçi sınıfına göndermeler yaparak nedenlerini irdeliyor. İki yüz yılda kazanılan haklar, var edilen kültür, yirmi yılda ‘küreselleşme’ afyonuyla birlikte paramparça olmuştur. Yazarın yaptığı araştırmalarda ortaya çıkan ironik durum ise; yeni işçi sınıfının geçmişin hikâyelerinden haberdar olmadığı… Onları bugünlere taşıyan, sendika kültürüyle tanıştıran oluşumun bilinmediği. Çünkü 1945 sonrasında canlanan uluslararası işçi hareketi artık başka bir varlıktır, başka bir kimlik taşımaktadır.

Kitabın ilk bölümü Çin’in Şenzen kasabasının endüstriyel bir kenar mahallesi olan Longgang’ta yaşayan işçinin kısa anısıyla başlar. “Arkadan birisi döşeme makinesinin çalıştırma düğmesine bastığında, ben makinenin önünde pamuk dokumaktaydım. Yalnızca on iki usta işçi vardı, geri kalanların hepsi deneyimsizdi. Bazıları işle ilgili hiçbir şey bilmiyordu.” diyerek kesik kolunu gösterir. Bu anıların en masumu olarak kalır; kitapta yer alan anıların tümü okunduğunda. Hepsi genç, hepsi göçmen, hepsi bitap, dahası sigortasızdır. Ve onlar, dünyayı değiştirecek kadar, ticari yatırım coğrafyasını değiştirecek kadar hızlı ve ucuz bir uygulamayla bir araya getirilen Çinli emekçilerin birer parçasıdırlar. Oysa dünya onların varlığından bile haberdar değildir, çünkü hak ve özgürlükleri çağın ötesinde bir yerdedir!

Çinli bir işçinin anısı yaşadığım ülkemdeki bazı sendikaların da geldiği noktayı gösteriyor. “Çinli işçi sendikaları birer birlik gibi değil, devletin birer organı gibi hareket ediyor. Birliğin parasının bir kısmı devletten, bir kısmı işverenlerden geliyor. Bununla beraber, bir sendika temsilcisi şirketin çalışanı olmaya devam ediyor ve eğer yanlış bir şey yaparsa işten atılıyor.”

Sendikaların işçiler için devletten ya da özel sektörden isteklerde bulunurken gösterdikleri çabayı kendilerini değiştirip dönüştürmek için gösterdiklerinden şüpheliyim.

Fransa’da 1848 yılında gerçekleşen cumhuriyet sonrası devrimler bütün Avrupa’ya yayılmıştır. O güne değin kapitalist dünyanın uykularını kaçıran tek güç, işçi sınıfıdır. Siyasal devrim tehdidi demek örgütlü işçi sınıfı demekti. Günümüzün tutunamayanları olarak tanımlanacak kesimden; sosyal dışlanma kavramı, alt sınıf kavramı ve marjinallikle birlikte anılacak yoksullardan oldukça farklıydı. Fransa’da Lyon’un ipek dokumacılığında kol gücüyle çalışan insanlar (sayıları yaklaşık 40.000) aşağılayıcı bir anlam taşıyan ‘Canut’ kavramıyla konumlandırılırdı.   Canut’lar, üreticilere göre; mistisizme ve isyan çıkarmaya meyilli hayalperestlerdi. İlk kez Canut’ların başkaldırısında, küresel işçi hareketinin oluşumunu yönlendiren üç büyük talep göze çarpar. Yaşam koşullarını iyileştirme, işyeri özerkliği ve demokratik haklar. Sosyalizmin ve anarşizmin kuramcıları eserlerini kaleme almadan çok önce, işçiler bu üç amacı kapsayan ve kendilerince işçi sınıfı cumhuriyetçiliği olan bir ideoloji yaratmışlardı. 1819’da Manchester’da işverenler yeni sanayi işgücünden korkuyordu. 16 Ağustos’ta yapılacak ve son derece disiplinli olan gösteri işgücünün tarihindeki en belirleyici günü olacaktır. Anılarını anlatarak kitaba dahil olan işçilerin özgürlük tutkusu ve direnci okurun gözlerini yaşartacak kadar coşkulu demek sanırım abartı olmaz. Orada da, bütün ayaklanmalarda ve devrimlerde olduğu gibi, yine gösteriyi bastırmak için gelen bir sivil birlik vardır! Makinelerde uzuvlarını kaybeden işçilerin yanı sıra son derece kötü koşullarda yaşayan öteki işçilerin çoğu potansiyel hastadır. Rusya’da Lenin el yapımı ipeği pazarlayarak dokuma sanatını sürdürmek istese de, bunun için önündeki tek engel vardır: Hindistan hükümeti tarafından uygulanan serbest ticaret anlaşmalarının yürürlükten kaldırılma gerekliliğidir. Oysa Hindistan’da tarımdan sonra ülkenin en büyük sektörü dokumacılıktır. İngiltere Manchester – Fransa Lyon ve Hindistan’da yaşanan işçi gösterileri ekonomistleri ve hükümetleri yeni arayışlara yöneltir. Fransa’da 1833 yılı ipek üretiminde rekor yılı olurken, buna paralel olarak işçi örgütlenmeleri de canlanır. Çalışanların Sesi adında yeni bir işçi gazetesi yayımlanmaya başlar. Bu sürecin sonunda “vasıflı işçiler sosyalizmi” diye bir kavram ortaya çıkar. Canut’ların demokratik hakların ve ahlaki mücadelenin ücretlerden önce geldiğini anlatan bir yöntemdir bu. Çünkü Belçika’da, Kuzey Fransa’da, Silezya’da, Ren’de ve yeni İngiltere’de rastlanan Manchester benzeri gösterilerde olduğu gibi; dokumacılar, kunduracılar ve tesviyeciler 1848’deki büyük ayaklanmada işçi örgütlerine liderlik eden dünyanın vasıflı işçileridir.

Dilimizden düşmeyen tüketim çılgınlığı ya da hızlı tüketim gibi kavramların hayatımıza ta 1867’de girdiğini gösteren paragrafın içinde saklı olan soru bugün bile yanıtlanmış sayılmaz. Üretime birinci dereceden katkıda bulunan sınıfın tüketimdeki sıralaması hak ettiği yerde midir? Tüketimden öte insanca yaşam koşulları ve olanakları demek sanırım daha doğru olacak: Sanayinin gelişimi, herkesin hayat standardının yükselmesiyle sonuçlanmalıdır. Üretim, makine kullanımının artışına bağlı olarak her geçen gün artıyor. Yalnızca zenginlerin tüketmesi yeterli değildir. İşçiler de tüketici olmak zorundadır ve bunun için de işçilerin harcayacak kadar paraya ve satın aldıklarının nimetlerinden yararlanacak kadar zamana ihtiyacı vardır.

Paul Mason, siyasi – sosyolojik ve ideolojik kavram üçgeninde kotardığı kitabında kuramsal kitapların boğuculuğundan uzak, anılarla desteklediği konuları edebiyatçı estetiğiyle ele almayı başarmış ancak buna kitabın çevirmenleri Gözde Orhan ve Mehmet Ertan’ın payını da eklemek gerek. Gerek kış boyunca başkenti mesken tutan işçilerin eylemini, gerekse Karl Marks’ın devrimci rakibi Proudhon’un destekçilerinin kadınların fabrikalarda çalışmasına karşı çıkmasını okurken günümüz kadınlarının yaşadığı güçlükleri düşündüğümde durup şunu sormak kaçınılmaz oluyor: Bir asırdan fazla bir zaman geçmesine karşın değişen ne? Yalnızca giyim biçimleri ve mekânlar mı?!

Proudhon’a göre eylemin gücünü öncelikli olarak erkekler oluşturur, kadınlarsa cazibenin gücüdür! Kadınlara cinsel özgürlük tanınması sosyal çöküntüye neden olacaktır, fahişelik en büyük toplumsal ahlaksızlıktır. Bütün bunlar 1860’larda sendikalı erkekler tarafından da kabul görür ve Enternasyonal’in politikası olarak benimsenir. Buna bir süreç olarak bakılabilir belki de, ancak Almanya’daki gelişme yanılgının ve yanlışlığın kanıtıdır. Alman Sosyalist Partisi evrensel işçi hareketinin öncü gücü olmuştur. Bu başarı öteki ülkelerde de benzer partilerin kurulmasını sağlar. Bu model gelecek yüz yılı şekillendirir. Aynı model, işçi sınıfının özgür sendikalardan ve kütüphanelerden yararlanamadığı Rusya’da da benimsenir ve sonuçları da çok sarsıcıdır. Ancak; Almanya’da işçi hareketi bölünmüştür, erkek kültürü ve Marksist kesinlik, yazarın deyimiyle parti askerlerinin hayatına hâkim olmaya başlayınca yıkıcı bir güç olarak kimlik kazanır. Ve dünyanın en güçlü işçi hareketi, işçi sınıfının en ağır yenilgisine maruz kalır.

Bu öngörüye sahip bir erkek / erkekler sözcüsü ortaya çıkıp; kadınları, erkeklerin yer aldıkları platformdan uzaklaştırmaya çalışan ve dışlayan kesime karşı çıkabilseydi böyle bir yıkım yine de yaşanır mıydı? Yanıtı vermek hiç de zor olmasa gerek!