Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Hepsi gitti; sırayla anlatacağım ne için ve nereye gittiler. Bir ben kaldım. Ben kaldım işte!

 

O gece kocama rakı mezeleri hazırlamıştım. Eşitlikten konuştuk bir süre. Sonunda Özer kestirip attı. “Yok öyle bir şey” dedi “eşitlik dediğin ütopya.”

“Biliyorum ama biz onu kendi içimizde yaşatalım gene de.”

“Yaşattık de ne oldu? Bak geldiğimiz yere, oğlan da gitti, kız da… Şimdi de sıra bende.”

Kocaman yudumlar aldık rakıdan, iç çektik karşılıklı, o bir çatal dolusu patlıcan salatası attı ağzına, ben bir kara zeytin.

“Seni özleyeceğim ama bu mezeleri de özleyeceğim inan, belki senden daha çok.”

“Hadi oradan, ben sana şimdi gösteririm mezeyi.”

“Şaka karıcığım şaka. Ellerine sağlık. Hem bunca yıl sonra ayrı düşmek yarayacak bize. Tekdüzeliğe teslim ettiğimiz aşkımız depreşecek.”

“Ya, demek tekdüzelik. Ben seninle geçirdiğim hiçbir günü böyle tarif etmezdim.”

“Yani lafın gelişi işte…”

“Anlaşıldı, laf döndü dolaştı benim kalbimi kırmaya kadar geldi sonunda.”

“Aman be İlkay! Giderayak üzme beni. Ben öyle demek istemedim işte. Sen de biliyorsun. Rusya’ya gitmeyi kim ister? Götüm donacak orada… ‘Ya git ya çık’ dediler, defalarca konuşmadık mı bunları, ama anlayan kim? Sana daha çok para yollarım. Birkaç sene katlanır para biriktiririz. Sonra çocuklara gidebiliriz, belki ufak bir yazlık bile alabiliriz. Hı karıcığım ne dersin? Sen bu konuları iyice bir düşün taşın.”

O konuşurken ben iki zeytin daha yedim. Kadehimi boşalttım. Sadece zeytin istiyordu canım. Ne pilaki ne pastırma. Garip değil mi?

Hiçbir şey garip değildir.

 

Özer kaldığı yerden devam etti. “Üç ay sonra izne geleceğim nasılsa o zaman bir daha konuşuruz… Sen gitmemi istemezsen burada kalır başka bir iş bakarım.”

“Boş konuşma! Burada iş mi var bizim gibi yansızlara, tarikatsızlara, amcası dayısı olmayanlara.”

“Hep böyle kalacak değil ya…”

“Asıl ütopya bu, kızımız oğlumuz buna inandı mı ki biz inanalım?”

Sonra daha çok rakı içtik. Yıkılana kadar karşılıklı oturup göz göze bakıştık. Düşe kalka yatak odasına doğru yürüdük birbirimize abanarak ve kendimizi üst üste yatağa attık. Kahkahalarım gözyaşlarıma karıştı sevişirken. Meğer bu benim son sevişmemmiş. Hiç bilemedim. Sonraları düşündükçe kinin acısı bir tat birikti damağımda. Afrodit kulağıma fısıldayabilirdi, “Aşk hayatın bu gece sona erdi!” diyebilirdi. Hadi o benimle ilgilenmedi, hiç değilse Phobos ya da Deimos üstlenseydi bu görevi. Acaba onlar neredeydi? Bilsem her şey farklı olur muydu?

Sabah Özer heyecanlıydı. Taksiye binerken yarım yamalak öpüştük. Nefesi hâlâ sarımsak kokuyordu.

 

İlk günleri anlatmasam daha iyi. Şu aralar “İleri bak!” modası var ya, işte ben de öyle yaptım. Dizilerde, filmlerde güçlü kadınlar yalnız kaldıklarında gözlerini uzaklara yönelterek çarçabuk geçmişi unutmayı başarıyorlar. Ne yazık ki bu bana uymadı, bütün çabam boşa gitti. İleri baktığımda gördüğüm karanlık, soğuk ve içinde ışık yanmayan bomboş bir evdi. İç plan görüntüsü yok olup gitmişti çoktan.

Bu yüzden dönüp geriye baktım. İlk gençliğime, Özer’e ilk âşık olduğum yıllara ve hemen ardından gelen yıllara. Defalarca kızımı doğurdum, oğlumu doğurdum. Bir daha zorladım kendimi o günleri yeniden yaşamak için. Emzirdim, minik ellerinden tutup okul yollarında yürüdüm. Olmadı, olmadı… Her gün gelip çarçabuk bugüne dayandı sonunda. Işık yoksunu, ses yoksunu ev büyüdü kocaman oldu, ben küçüldüm soyu tükenmiş bir bakteriye dönüştüm. Bir benzerim daha yok.

 

Oğlu; Tarık

İlk giden oğlumdu. Ablasıyla mırıl mırıl konuşurken dinledim onları. Kendime engel olamadım. Analar meraklı olur.

“Abla be, söyle haksız mıyım? Bize resmen psikolojik baskı uyguladılar işyerinde. Bezdirdiler sonunda.”

“Haklısın kıvırcık, aslında benim isteğim de aynı. Egemen gücün kontrolü altında dışlanmak çok ağırıma gidiyor. İnsanlara eşit haklar tanıyan bir ülkede yaşamak ne hoş olurdu…”

“Baksana, it gibi çalışıyoruz da ne oluyor? Huzur vermiyorlar. Rahatça elini bile tutamıyorum Sermet’in.”

“Oğlum, bırak el tutmayı, rahatça konuşsam bile işimden olurum ben. Kim rahatça istediğini yapabiliyor ki…”

“E o zaman, değer mi bu hayat bunca acıya? Biliyorsun Sermet’le çok uğraştılar. İşi bırakana kadar peşini bırakmadılar. Biz onunla Avustralya düşünüyoruz. Onun dayısı yerleşik orada. ‘Sevgilini de al gel’ demiş, bize düğün yapacakmış. Düşünsene, burada köşe bucak saklan, işyerinde her gün sana mobbing yapılsın, orada düğün dernek. Bence cinsiyet eşitliği olan bir ülkede her şey vardır.”

“Ah kıvırcık o kadar haklısın ki, aslında din bizi ayırana, politikacılar bölene ve hırs körleştirene kadar biz de eşittik. Tamam anlıyorum, gidin gitmesine de ya bizimkiler…?”

“Ben de özleyeceğim onları ama çaresizim işte. Belki günün birinde çıkıp gelirler…”

“O kadar uzağa mı, hiç sanmam.”

“Öyle deme be abla!”

 

Birden çıktım karşılarına. İkisi de şaşırdı. Kızım ellerini yüzüne kapattı. Oğlum boş boş baktı yüzüme. “Ne kadarını duydun?” der gibi.

“Bence haklısınız” dedim. “Sizin yaşınızda olsam bir gün bile durmam. İnsan gibi yaşayacak tek hayatımız var. Bakın benimkine; cesaretsizlik ve konformizm yüzünden heba oldu gitti. Siz benim gibi olmayın. Elimde bir tek siz kaldınız. Sizin insanca yaşadığınızı bilirsem gözüm arkada kalmaz.”

Bir süre saksısı değiştirilmiş iki bitki gibi sersem sersem baktılar bana. İnanmakla inanmamak arasında gidip geldiler. Benden bekledikleri ağlayıp dövünmemdi, belki de yerlere yatıp “Cesedimi çiğnemeden asla!” dememdi. Kendi kendime “Dizinin dibinde oturan iki mutsuz çocuk mu istersin, uzaklardan çınlayan iki neşeli ses mi?” diye sordum.

Sonra ikisini de öptüm ve gülerek “Hem artık görüntülü konuşma var, iyilik haberlerini alsam bana yeter” diyerek oğlumu rahatlattım.

O akşam oğlumun eşcinsel olduğunu öğrenmiştim. Küçükken onu yıkardım, sonraları benden çekinir olmuştu. Birden çırılçıplak gördüm onu, Sermet’le öpüştüler birbirlerini okşadılar. Tam orada takıldım kaldım, devamına düşlerimde bile yer veremedim. Öte yandan sevindim sanki. Yalnız değildi oğlum, bir sevdiği ve bir seveni vardı.

Bu konu her zaman önemlidir.

 

Oğlumun saçları kıvırcıktır. Babasına benzer. Ağzı miniciktir, küçük bir kuşun gagası gibi pembe ve sevimlidir. Gözleri her zaman meraklı bakar. Kızım ise bana benzer. Küllü sarı düz saçları, biçimli güzel dudakları ve umursamaz bakışları vardır. Elleri ve ayakları o kadar zariftir ki bir bakan, dönüp gene bakar.

Eskiden yaz başlarken çilek reçeli yapardım. Kızım çok sever. Yaz biterken de oğluma vişne reçeli. Özer’le ben ayırım yapmazdık. Şu an ağlamak geliyor içimden. Kendimi salıverip reçel kavanozlarına baka baka, bütün birikimini boşaltan kocaman bir bulut gibi tükenene kadar ağlamalıyım. Bir süre tek satır bile yazamam.

 

Nerede kalmıştım? Oğlum, Sermet’le birlikte Avustralya’ya göç etmişti. Dayı bey düğün yapmış onlara. Anasız, babasız, ablasız bir düğün. Düğünden sonra bizi aradılar, gözleri ışıl ışıldı, titrek bir coşkuyla hızlı hızlı konuştular. Belki de bana öyle geldi. Bir sesin ve görüntünün bile onca yolu katetmesi pek kolay olmasa gerek.

 

Adı Yemen’dir, gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir

Adı Sidney’dir, yeri güneydir, giden gelir mi umut yetmiyor.

 

Kızı; Ayça

Kızıma gelince, daha çetrefilli bir durum söz konusu. Onu anlatmak bana daha çok acı verecek biliyorum ama gene de anlatacağım çünkü verdiğim sözden dönemem.

 

Bir akşamüzeri yüzü gözü şiş geldi eve. Belli ki çok ağlamış.

“Aman yavrum ne oldu sana böyle?” diye feryat ettim.

“Babam evde mi?” oldu ilk sözü.

“Yok kızım, biraz önce aradı şantiyede toplantı varmış gecikecekmiş.”

“Aman iyi, o duymasın, bugün işten ayrıldım.”

“Duyarsa duysun, ne var bunda?”

“Öyle değil işte, babam duyarsa gider patronum olacak o herifi parçalar.”

“Ne yaptı sana, şunu başından anlatsana.”

“Hiçbir şey yapamadı. Bardağıma bir şey attığını fark ettim. Camdan yansıdı işte. Şansım varmış, yoksa yanmıştım. Bunak herif fark etmeden bardakları değiştirdim. Amacı neyse kendi başına gelsin istedim. İki yudum içince yığılıp kaldı adi zampara. Önce onu izleyip güldüm, sonra sinirlendim, birkaç tekme attım böğrüne böğrüne, öküz gibi böğürdü it ama doğrulamadı. Ben de ağlaya ağlaya çıkıp geldim. Artık oraya dönemem.”

“Dönme de zaten, senin o herifin odasında ne işin vardı?”

“İşte asıl soru bu anneciğim. Hakkımı aramak istiyordum.”

İçim içime sığmıyordu artık. Yerimden fırladığım gibi odanın içinde dört dönmeye başladım.

“Gel mutfağa” dedim sonunda. “Ağzım kurudu, su içelim. Sen de şunu bana en başından bir anlat.”

Mutfak masasına karşılıklı oturup birer bardak suyu bir dikişte içtik, gene doldurdum bardakları. Ayça orada bulduğu kâğıt peçeteyi elinde ufalamaya başladı. Onun attığı parçaları ben avuçluyor, sıkıyor, yuvarlıyordum.

“Kızım sen hâlâ öğrenemedin mi, bu ülkede hakkını arayanların başına neler geliyor? Üç maymunu oynamak en kolayı, bunu herkes bilir. Bir sen mi kaldın hak arayacak?”

“Tamam, ben de biliyorum ama bu farklı. İzzet’i tanırsın fakülteden arkadaşım, olmaz olaydı sinsi herif.  Aynı yıl mezun olduk, aynı zamanda girdik işe. Yani kıdemimiz ve yaptığımız iş açısından hiçbir farkımız yok. Ancak o benden fazla maaş alıyormuş. Geçen gün ağzından kaçırdı salak. O zaman tepem attı. Sadece erkek olduğu için bu ayrım yapılır mı?”

“Boş ver be kızım, aldırma gitsin.”

Ayça bu defa kürdanlara uzandı. Başladı hırsla kırmaya. Kırılan parçaları toplayıp tek tek cebime dolduruyor, peçete toplarının yanında biriktiriyordum.

“Aldırmamaktan oluyor her şey” diyerek derin derin içini çekti. Yer karolarını sayar gibi dikkatle aşağı bakarken devam etti: “Benim son projem çok beğenildi. Firma hemen onay verdi. Ben de buna güvenerek iş çıkışı patronun odasına girdim ve neden İzzet’e benden fazla aylık verdiklerini sordum.”

Ellerim terlemeye başlamıştı. Gene boğazım kurudu. Gene su doldurdum bardaklara.

“Anne görmen gerekirdi, pislik herif beni nasıl karşıladı. Hemen ayağa kalkıp buyur etti koltuğa. Sanırsın gelen bir prenses. Yapmacık ve abartılı bir tavırla ‘Ayça kızım, sana nasıl yardımcı olabilirim?’ diye sordu hemen. Derdimi anlatınca da işkembeden atmaya başladı. Maaşları bu ayarlamıyormuş, yönetim kuruluna bu dileğimi iletirmiş, bir sürü laga luga işte. Ama buraya kadar gelmişken karşılıklı bir kadeh viski içmeden bırakamazmış beni. Ben de babamdan bile yaşlı bu adama, hayır demek ayıp olur düşüncesiyle kabul ettim. Kimin aklına gelirdi bu titrek herifin bu kadar soysuz olabileceği. Sonrasını biliyorsun işte. Kısaca bir daha o herifin suratına bakamam.”

“Haklısın yavrum, bakma zaten, gebersin pezevenk, sana iş mi yok.”

 

Evet, iş yoktu. Aylarca iş aradı Ayça. Nüfusu bol, işi az bir ülkede yaşıyorduk. Yeni bir iş olduğunda, yüzlerce başvuru yapılıyor, öncelikle tanıdığı olanlar işe alınıyor, bilgi eğitim ve yetenek aranmıyordu.

Tarık sık sık ablasını arıyor “Hiç düşünme sen de gel, burada işin hazır” diyordu. Önceleri bu konuda çekingendi Ayça, düşünceliydi. Burada bir iş bulabilecek olsa, bizi bırakıp gitmezdi eminim. Her akşam eve geldiğinde yüzünde biriken umutsuzluğu gizleyemez olmuştu.

Bir akşam yemekten sonra “Ben de gitmeyi düşünüyorum ancak sizden uzak kalmayı göze alamıyorum” deyiverdi.

Güzel kızım çoktan karar vermişti de nazikçe fikrimizi sorar gibi yapıyordu. Özer’le birbirimize baktık. Ne diyeceğimizi hiç bilemedik. Bir süre kem küm ederek zaman kazanmak istedik. Gitmek isteyene “Dur!” demek olmazdı. Geleceğini elinden alamazdık. Özer’le gene bakıştık, ağızbirliği ettik. Üzülmeden, aklı bizde kalmadan rahatça gidebilmesi için aklımıza gelen ne varsa söyledik. Söylediklerimizin tek bir kelimesi içimizden gelmese de belli etmedik.

“Aslında ne iyi olur. Hele sen işe gir yerleş, sonra biz de geliriz, bize oraları gezdirirsiniz.”

Yüzü ışıdı yavrumun, “Söz mü anne?” dedi.

“Söz vallahi” dedim.

Verilen söz tutulmalıdır.

 

Haftada bir konuşuyoruz. İkisi de iyi, işleri kazançları yerinde. Pardon unuttum. Üçü de iyi. Bir de Sermet vardı ya… Arada onunla da konuşuyoruz. Acaba o benim neyim oluyor, gelinim mi, damadım mı?

 

Kocası; Özer

Yalnızlığa alışılır mı? Cevabım ‘Evet.’ İşte böyle geçiyordu günlerim. Kendime sorduğum sorulara gene kendim cevap vermeye alışmıştım. Onların seslerini özleyerek, tekrar tekrar dinleyerek, onları bekleyerek avunuyordum.

Özer “Seni de özledim karıcığım, mezeleri de” diyordu “Günleri sayıyorum inan.” “Aynen, aynen” diyordum. Arkadaşlarımla buluşuyor, bazen kâğıt oynuyor, bazen yürüyüşler yapıyordum. Şimdiye kadar hiç bilmediğim bir yaşam sunulmuştu bana “İlkay’ın Hayatı.” Canım ne isterse onu yapıyordum. Garip olan canım hiçbir şey istemiyordu. Denediğim her yenilik bir saçmalıktı. Amaçsız, bir günü daha geçirme çabası. Benim olan o ikisi benim değildi artık. Hatta Özer bile…  Sesi, oradaki iklimden etkilenmişti sanki kuru soğuk ve ayaz tınıları taşıyordu. Telefon hatlarından da olabilir diyordum kendi kendime.

 

Üç ay sonra geldi Özer. Daha kapıdan girince fark ettim gelen o değildi. Gelen bir yabancıydı. Öpüştük, kokusu ve dudakları bambaşka birine aitti. Ben bilmez miyim bunca yıllık kocamı? Sanki camdan yapılmış gibi onun içini görürdüm ben. Şimdi buzlu camın ardına saklanmış seçilmiyordu. Bakışlarında körlüğe benzer bir boşluk vardı. Anlattıklarını yapmacık sözcükler kaplamıştı.

Akşam Avustralya’yı aradık. Bizi birlikte gören çocukların sesi çın çın çınladı, o an sanki gene dördümüz aynı sofrayı paylaşıyor gibi olduk. Teknoloji yanılsaması işte…

İki kaşık mezeyi zar zor yuttu Özer, bir kadeh rakıyı bitiremeden uyuya kaldı. Haklıydı, yoğun çalışma üstüne uzun yol insanda güç bırakmazdı. O yorgunluğu kaldığı üç gün boyunca bir türlü üstünden atamadı. Ya da benimle olmamak için uykuya sığındı. İlk konuşmamızda izninin bir hafta olduğunu söylemişti, oysa şimdi acil işlerinden ve hemen dönmesi gerektiğinden söz ediyordu.

Son sabah bavuluna bir çift kırmızı pabuç yerleştirdiğini gördüm. Burnu ve topuğu en sivri olanlardan.

Demek, dün şirkete gidiyorum diye evden çıktığında, dükkân dükkân dolaşıp bu koket pabuçları aramış, bulmuş, almış ve eve getirmişti. Ayrıca bana hiç çaktırmadan yapmıştı bütün bunları.

Bu arsız ve şımarık suratlı pabuçlar, her köşe başında önümüze çıkan bir tür değildir.

 

Tam bavulu kapatmak üzereyken koşup yakaladım birini. Elime alır almaz sivri topuk sağ ciğerime saplandı, sivri burun sol ciğerime. Akciğerlerimden kan aktı o an, elimdekiyle aynı renk. Baktım otuz dokuz numara.

“Üf be, vay koca ayaklıya, kim bu kadın?”

“Bizim şantiye şefi Dimitri’nin karısı Olga. İlk geldiğimde bana pek yakınlık göstermişlerdi, ailecek. Yemeğe filen çağırmışlardı, ben de giderken bir hediye götüreyim dedim.”

Bu önceden hazırlanmış cümleler iyice kanırttı ciğerimi ama hiç renk vermedim.

“E, aşk olsun Özerciğim, hediye diye ayakkabı götürüldüğü nerde görülmüş? Vallahi olacak iş değil. Çikolata, içki, lokum hatta kuruyemiş bile olurdu ama bu olmaz.”

Özer hazırlıklıydı. “Doğru diyorsun karıcığım ama Dimitri özellikle bunu ısmarladı. Olga çok aramış da bulamamış, ‘Sen bulursan al, ona sürpriz yapalım’ dedi.”

“Hı şimdi anladım, o zaman olur elbette.”

Bazı durumlarda salak gibi davranmak olasıdır.

 

Sonra gitti Özer. Gene bilemdim, meğer bu onu son görüşümmüş. Tanrılar kesin unuttu beni. Hoş bilsem de yapılacak bir şey kalmamıştı. Tam taksiye binerken “Bu defa beş ay sonra geleceğim. Geldiğimde güneyde bir otele gider tatil yaparız” dedi.

Cevap bile veremedim, Özer ve kırmızı pabuçlar benden uzaklaşmaya başladı, yolun sonunda bir nokta kadar ufaldı ve yok oldular. O gün taksinin ardından el sallarken, yolcu ettiğim kişi Özer değildi. Bu yüzden hiç üzülmedim.

Artık onu özlemek içimden gelmiyor ama bilmek istiyorum, bana bunca yıl hiç yalan söylemeyen kocama ne olduğunu bilmek istiyorum. Çok beklemedim, bir hafta sonra yola çıktım, arkasından.

Ben mazoşist değilim. Aklı başında kim ister acı çekmeyi? Buzlu camın arkasındaki Özer’i net göremediğim için huzursuzdum. Kanıt gerekiyordu bana. Etrafımı kaplayan bu kuşku yüklü havayı dağıtmanın tek bir yolu vardı. Moskova sokaklarında esen soğuk rüzgâr.

 

Moskova Ostafyevo Havalimanı’na öğleden önce vardım. Adresi taksiye gösterip evi buldum. Asık suratlı ve oldukça yaşlı bir apartmanın ağır demir kapısı, yıllardır giren çıkan olmamış gibi zorlukla açıldı. Koridor, eski günlerin debdebesini yansıtan ancak içi sinek ölüsü ve toz dolu bir fanusla aydınlatılamadığından, karanlıktı. Bir an korkuya kapılıp gerisin geri dönmek istedim. Tam o sırada gözüme ilişen yer karoları beni durdurdu. Bizim eski evin mutfağında da aynısı vardı bunların. Üstünde sek sek oynardım. Saçı başı dağınık, yerlere kadar gri elbiseli bir kadın çıktı karşıma. Kalın hırkasının beline palaska gibi bir şey bağlamıştı. Kocaman yuvarlak bir tele takılı sayısız anahtar attığı her adımda şangırdıyordu. Başladı benimle hızlı hızlı konuşmaya. Ona Özer’in resmini gösterdim ve anahtar işareti yaptım. O zaman benim yabancı olduğumu, ne istediğimi anladı ve sertçe başını salladı. Alyansımı, evlilik cüzdanımı gösterdim, pasaportumu eline verdim, baktı ama nafile. Her seferinde sertçe olmaz işareti yaptı. Çantamdan 10 dolar çıkarttım. Onu hemen kaptı ve cebine attı, sonra daha ver der gibi elini salladı. Artık ikimiz de işaret dilini sökmüştük. Bir 10 dolar daha verince yüzü güldü ve anahtarları tek tek sayarak Özer’inkini aralarından çekip çıkarttı. Elimde anahtar korka korka yarısı ferforje, yarısı açık eski asansöre binip en üst kata çıktım.

Kapıyı açtım. Kırmızı pabuçlar karşıladı beni. Hemen oracıkta, Özer’in çizmelerine sokulmuş, onlara yaslanmış duruyorlardı. Onları görünce sakinleştim. Dışarda beyaz buz toz olmuş uçuşurken, bir tırtılın dut yaprakları üzerinde zevkle gezinmesi gibi gezindim evin içinde. Her konuşmamızda hiç utanmadan anlattıkları neydi benim hiç yalan bilmeyen kocamın? Şu geçen kısacık sürede bunca düşük karakter özellikleriyle donatan kimdi onu?

Kayıp bir ruh için ağıt gereksizdir.

 

Yatak odasına serpiştirdim son kuşku kırıntılarımı. Kırmızı iç çamaşırları ve gecelik hemen yatağın üzerindeydi. Elbette yorgun olacaktı Özer. Bunca kırmızıya can mı dayanır? Giysi dolabını açınca kadın ve erkek giysileri sarmaş dolaş olmuş dik dik gözümün içine baktılar. Banyoda Özer’in diş fırçasıyla Olga’nın kan kırmızısı fırçası dudak dudağa öpüşüyordu.

Anlaşılan Dimitri’nin karısı kırmızı seviyordu. Belki de kimsenin karısı değildi ama kırmızı meraklısı olduğu kesindi. Üstüme gelme kırmızı, boğulacağım.

Oturma odasına geçip pencereyi açtım. Rüzgârla birlikte buzlu hava doldu içeri. Bir anda beyaz toz kapladı kanepelerin, kilimlerin üstünü. Gözlerimden yaş akmadı, pirinç tanesi gibi yanaklarımda donup kaldı. Ucu sivri buz parçaları saplandı ciğerime. Korktum, hemen camı kapattım ve o evden çıktım. Can çekişen asansörle sıfıra indim. Konuşamadığım kadın beni orada bekliyordu. Anahtarla birlikte bir 10 dolar daha verip sus işareti yaptım. Kadın bu defa daha ver der gibi sallamadı elini. Anladım der gibi başını salladı. Şefkatle elimi tutup, gözleriyle konuştu. “Üzüntünü anlıyorum, ben de aynı acıyı yaşadım.” Gülümsedim ona, “Aldırma” der gibi sırtını sıvazladım. Sonra el sıkışıp ayrıldık.

Tek kelime etmeden dert ortağı olunabilir.

 

 

Kendisi; İlkay

Kaderin yazdığı bir öykünün başkahramanı olarak döndüm o ülkeden. Deimos “Az zamanın kaldı” dedi. Sonunda bir tanrı hatırladı beni diye sevindim. O bir dehşet tanrısı olsa da.

Önceleri soyu tükenmiş bir bakteriydim ben. Eve döndükten sonra bu bakterinin mutasyona uğradığını fark ettim. Ciğerimde kıyamet kopuyordu. Sigaradan çektiğim her dumanla birlikte sevinçten hop hop zıplayan kalleş hücreler bölünüyor, güçleniyor ve saldıracak yer aramaya başlıyordu. Sırtım ağrıyordu.

Yalanlar ve kırmızılar fıldır fıldır dolanırken mutfakta yemek pişiremezdim. Yatağıma buzlu kar yağarken yatıp uyuyamazdım ama gece sabaha kadar oturup sigara içebilirdim. İçmek ne kelime, sigara paketini çiğ çiğ yemek geliyordu içimden. Sadece onunla besleniyor, ağzıma attığım bir adet kara zeytini bile yutamıyordum. Zayıfladım, kollarımdan bacaklarımdan sahipsiz deri parçaları sallanıyor. Öksürecek gücüm bile kalmadı, gırtlağımdan yükselen sadece bir hırıltı. Çocuklarla ve Özer’le (o bir yalancı ve yabancı) konuşurken neşeli sesler çıkartmaya çabalıyorum. Genellikle susmak ve onların anlattıklarını dinlemek işime geliyor.

Döndüğümden beri evden hiç çıkmadım. Özer gelmeden bitmeli bu iş. O hayâsız surata bakamam çünkü. Elimi çabuk tutmalı, bu evreyi hızlandırmalıyım. Odaları hiç havalandırmıyorum. Perdeler kapkara oldu. Üstüm başım kül tablası gibi kokuyor. Banyo yapmıyorum, gereksiz bence.

Geçen sabah apartman görevlisi “Abla neyin var?” dedi.

“Sana ne be!” diye bağırınca sustu. “Sen şu listeyi al getir bir an önce.”

Beni arayan arkadaşlarıma “Ah sormayın, Özer beni yanına çağırıyor, bakalım o soğuğa nasıl dayanacağım? Dönünce ararım” diyorum kısaca. Bir daha aramıyorlar.

Bütün gün plan yapıyorum. Beynim, eski saatlerin içinde dönüp duran ve birbirini çeviren çarklar gibi, tıkır mıkır çalışıyor. Sürekli internetteyim. Bazen parmağımı oynatmak bile zor geliyor ama araştırmam gereken önemli konular var, artık vazgeçemem. Onları en azından birkaç ay oyalamak için koskocaman bir yalan arıyorum. Özer umurumda bile değil ama çocuklarım üzülsün istemiyorum. Bana ne olduğunu bilmemeliler. Sevdikleri işten izin alarak ve en az yirmi saat uçarak buraya kadar gelmemeliler.

Kanepede kendimden geçtiğim bir sabah su sesiyle uyandım. Televizyonda şırıl şırıl akan bir şelalenin yanı başında yoga yapan insanlar gördüm. “İşte gerçek mutluluk, haydi siz de bize katılın” dediler hep bir ağızdan. O anda kararımı verdim ve çocukları aradım. İşten eve yeni dönmüşlerdi. Biraz şaşırdılar ama hepsi o kadar.

“Çocuklar ben birkaç ay burada olmayacağım, sakın beni merak etmeyin.”

“Nereye gidiyorsun?” dedi kızım.

“Yoga kursuna. Uzundere’de Tortum Şelalesi varmış. İşte orada kalacağız. Telefon bağlantısı yok. Dönünce ben sizi ararım.”

“Anne sen kafayı mı yedin?” dedi oğlum.

“Hayır, hep isterdim, şimdi kısmet oldu. Düşünsenize, doğayla iç içe derin düşüncelere dalacağım.”

“Tamam anladık, keyfine bak” dediler. Sonra gene orada olan biteni anlattılar, neşeleri yerindeydi.

Özer’e de aynı mavalı okudum çünkü çocuklarla haberleşiyordu. “Senin adına çok sevindim” dedi kısaca. Telefona dil çıkarttım ama o bunu görmedi.

 

Kendime koyduğum tanı beni yanıltmadı. Bendeki belirtileri araştırarak ne kadar zamanım kaldığını üç aşağı beş yukarı kestirebiliyor son evrede hızla ilerlediğimi biliyordum. Mutant hücrelerim bir süre birbirlerine sımsıkı sarılıp dans eder gibi salınıyorlar sonra bölünerek çoğalıyorlardı. Bölünerek artmak göreviydi onların. Benim görevim ise onlara yardımcı olmak, ilaçlar ve tedaviyle karşılarına dikilmek değil. Ciğerimden organlarıma sıçrarken alkışladım onları. Sonraki hedef kemiklerdi. Bu küçük hücreli tür çok aceleciydi. Arzumu bir sır gibi içimde saklamadan teşekkür ettim onlara. Bir gece Korku Tanrısı Phobos yanıma gelip kanepeye oturdu. “Bu senin savaşın, sakın korkma!” dedi bana.

“Hiç korkmuyorum, sadece bekliyorum, ne dersin yetiştirebilecek miyim?” “Evet” diyerek rahatlattı beni ve sırtımı sıvazladı “Hepimiz yanındayız, sen uyurken de yanında olacağız.”

 

Bizim eski mahalleden tanıdığım bir avukat arkadaşım vardı, onu aradım “Yardımın gerek!” dedim. Hemen o akşam geldi eksik olmasın. Kapıyı açıp da beni görünce çığlık attı. Buna hazırlıklıydım.

“Aman Allahım, İlkay ne oldu sana böyle, bu sen misin?”

“Benden kalanlar” dedim gülerek.

Oturma odasına girince bir çığlık daha attı.

“Bu ne bu, şimdi boğulacağım. Bu kadar çok sigara içilir mi? Kadın sen kendini öldürmek mi istiyorsun?” diyerek bütün pencereleri açtı. Temiz havanın kokusunu hatırladım o an.

“Evet, dedim amacım bu. Ne olur bana yardım et.”

“Bana bak, ötanazi filan istiyorsan hemen vazgeç, ben yapamam.”

“Hayır canım, ben senin başını derde sokmak ister miyim hiç… Ben bir gemi seyahati istiyorum.”

“Bu hasta halinle mi?”

“Hayır, öldükten sonra bir tabutun içinde.”

“Sen çıldırmışsın.”

“Ben hepsini araştırdım. Ölü beden ilaçlanıyor ve özel bir tabutla gemiye yüklenebiliyor.”

“Peki ama neden? Derdin ne senin?

“Çünkü çocuklarıma söz verdim, ölü ya da diri fark etmez, sadece sözümü tutmak istiyorum.”

Başladım en başından anlatmaya. Eşitsizliğin ve işsizliğin ailemi nasıl parçaladığını. Uzaklara göçen çocuklarımı, kocamı. Özer’in başkalaştığını, kırmızı meraklısı Olga’yı bile atlamadan anlattım.

Sözlerimi “Yakalandığım kanser türünün tedavisi yok. Zaman giderek daralıyor. Bu benim son arzum” diyerek bitirdim.

Baktım onun da gözleri dolmuş. Ellerini dizlerime yaslayıp kemiklerimi okşadı. Başını çevirmedi ama artık bana bakmıyor, kendi kendine düşüncelere dalmış gibi görünüyordu.

“Araştıracağım, oluru varsa yaparım. Ancak çocuklara haber versek daha doğru olur bence. Düşünsene, kapı çalınacak ‘Anneniz geldi, ancak tabutun içinde’ denilecek. Vallahi şok geçirir yavrucaklar.”

“Sakın!” dedim “Aman sakın haber vereyim deme.” Yeterince güçlü onlar, ayrıca ben onlara uzun bir mektup yazıp üzülmemelerini istedim. O mektubu tabutuma koyuver lütfen.

O gittikten sonra iki gün kıvrandım. Yapar mı yapmaz mı, olur mu olmaz mı? Bedenimdeki acıları bile unuttum. Kuruntu ve kanser arasında bir seçim yapacak olsaydım hiç düşünmez kanseri seçerdim, çünkü vesvese en beteri.

Sonunda aradı beni. “Genel vekâlet ve yüklü bir miktar para gerekli” dedi. O işin kolay olduğunu söyledim. “Ancak bir şartım var. Seni hastaneye yatıracağım. O pis kokulu evde bir gün daha kalmanı istemiyorum. Doktorla konuştum, ağrılarını azaltıp uyutacaklar seni.

“Tamam” dedim. Özer’in gönderdiği ve benim biriktirdiğim para sonunda yerini bulmuştu.

Acıya dayanamaz olmuştum. Hastane iyi bir çözümdü benim için.

Doktor “Çok geç kalınmış. Yapacak bir şey yok!” dedi.

“Doğru teşhis” dedim, amacına ulaşmış bilinçli bir kişinin gururuyla.

Diri diri kaybolmadan önce, denizin üstünde süzülen bir yelkenli gibi, güneşe doğru ilerledim.

Kimine uzak kimine yakın olan ölüm, tanrısal eşitsizliğin bir kanıtıdır.

 

Tanrıça; Afrodit

Avukat hanım çok uğraştı. Sonunda bütün işlemleri tamamlayarak İlkay’ı özel yapım tabutunun içinde gemiye yüklemeyi başardı.

Benden yardım isteyen bütün kadınların yardımına koşarım ancak o günlerde kendi yaşamım karmakarışıktı, bu yüzden İlkay’la pek ilgilenemedim. İkizlerimi görevlendirdim. Phobos ve Deimos onu hiç yalnız bırakmadılar. Sık sık Olimpos’a gelerek bana onun hakkında bilgi verdiler. Son kararını onaylamadığımı, buna engel olmaları gerektiğini söyledim onlara.

Ben de bir anneyim. Tam on iki çocuk doğurdum. Hiçbirinin üzülmesini istemem. Bu nedenle Tarık ve Ayça’nın da üzülmesini istemiyorum. Gemiyle gelen, içinde anneleri olan özel yapım bir tabut onlara kim bilir ne büyük bir acı yaşatacaktı. Ben bir tanrıçayım, onları esirgemek benim görevim. Varsın Ayça ve Tarık annelerini yoga kursunda bilsinler istedim.

Gemi Sidney limanına yaklaşırken Phobos ve Deimos, güçlü bir fırtına çıkarttı. Geminin ambarındaki özel yapım tabut, içinde İlkay’la birlikte kayarak havalandırma kapağının altına sıkıştı ve görünmez oldu. Gemi limanda bütün yükünü boşalttı ancak gemicilerden onu fark eden olmadı. Bu nedenle İlkay unutuldu ve ambarda kaldı.

Onun son arzusu yerine getirilmedi. Özel yapım tabutunun içinde bütün acılarından arınmış olarak yatıyor ve hâlâ kimsenin onu göremediği o yerde, gemiyle birlikte çalkana çalkana yedi denizi dolaşıyor.

Kimsenin görmediği ölü bir beden ambarda kalabilir.

 

                                                      *****