18 Nisan 2003 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü 1.sınıf öğrencisi. Halihazırda eecstaticc ve Hacettepe Üniversitesi Fransız Kültür Topluluğu başta olmak üzere kendi çapında yazmakta.

 

‘’Hiçbir şeyim yok, çünkü yalnızca sana aitim, ben yokum, var olmayı bıraktım senin olmak için.’’

Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Søren Kierkegaard

 

  Kierkegaard felsefesinde büyük bir ün yapmış ve üç basamaktan oluşan varoluş aşamaları söz konusudur. İlk sırada yer alan estetik aşama, kişinin anda olmasından ve baş döndürücü dünyevi zevklere kapılıp gitmesinden söz eder. Hemen akabinde etik aşama ise estetik aşamanın bunaltıcılığının bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Kişi hazlarını bir kenara bırakıp aklını devreye sokar, tercihleri sonucunda birtakım sınırlandırmaları kabul eder. Son olarak dini aşamada kişi Tanrı ile karşı karşıya kalır ve kendi iç muhasebesinin süzgecinden geçer. Asıl varoluş tam da burada başlar.

  Protestan ve son derece dindar bir kişiliğe sahip olan Søren Kierkegaard, Tanrı’nın onu insanları aydınlatarak doğru yola iteklemesi için görevlendirdiğini düşünür ve Regine Olsen ile olan ilişkisinde bu buyrukları yerine getiremeyeceği endişesiyle günümüzde bile anılmaya devam eden o dillere destan aşk hikâyesinin üstünü karalamak zorunda kalır. Bunun yanı sıra Kierkegaard, kendi benliğine sıkışmış bir şekilde varoluşsal sancılarının altında ezilmektedir. Yolun sonunda ‘’biz’’ değil de ‘’ben’’ olmayı seçer.

  Akıllara ilk gelen şey muhtemelen seçimleri dolayısıyla ayrılığı kaçınılmaz bir mecburiyet olarak gören Kierkegaard’ın bencilce hareket ettiği olacaktır. Fakat Kierkegaard melankolik bunalımlarıyla dönüştüğü canavarın sevdiği kadına zarar vermesini istememiştir. Aslında Regine’yi kendinden korumuştur, onu da kendi çıkmazlarına sürüklemeyi göze alamamıştır. Görünenin ardındakini kavrayabildiğimizde belki bu yol ayrımını da kavramış olacağız. Böylesine derin bir aşkın hemen oracıkta sonlanmış olması hiç düşünülebilir mi?

  Aşk, bizi masmavi gökyüzünde sonsuzluğa doğru kanatlanmadan uçuran bir his. Ne kadar kaçarsanız o kadar içine çeker, ne kadar saklanırsanız o kadar kelepçeler, ne kadar süzülürseniz o kadar düğümler… Ne kadar uzakta olursa olsun aslında her gözlerimizi kapadığımızda tam karşımızdadır. Hatta ayak bastığımız bu koca yeryüzünün arkhesi niteliğindedir kimi zaman. Aşkın karşısında uçsuz bucaksız denizlerde akıntının tersine yüzen birer Koi oluruz. Evrenin tüm sınırlarına meydan okuyarak kabuğumuzu kırmak isteriz. Bir uçurumun en uç noktasındayken ayaklarımızın altındaki doğaya haykırırız ruhumuzun en derinliklerinde saklı kalanları. Hayatımızın en orta yerindeyken bile kendisini ulaşıldıkça ulaşılmaz kılar. Aslında içimizden bir parçayken ansızın bize yabancılaşır. Derinliğine doğru ne kadar kulaç atarsanız rakım da o kadar yükselir. Aynı zamanda ne kadar arşa yükselirseniz bir o kadar yeri boylarsınız. Uyumlu bir bütünlük barındırması gerekirken böyle taban tabana zıtlıklar kurarak tüm dengemizi sarsar. Fakat öylesine uzun bir yoldasınızdır ki… Hiçbir navigasyon size varacağınız yeri tarif edemez. Çünkü varış noktanız coğrafi koordinatlara sahip değildir. Bir bakmışsınız nereye doğru sürüklendiğinizden bihaber olmanıza rağmen gaza basmaya devam ediyorsunuz. Her zaman yolda olmanız dileğiyle.