Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Öldürüldüğünde o 30, ben 20 yaşımdaydım. Dünyadaki acımasızlığı tanımak için ben henüz çok gençtim; oysa o kısacık yaşamına koskoca bir trajedi sığdırmıştı. Belgin Sarılmışer, bilinen ismiyle Bergen, 1980’lerin kült arabesk figürü olarak beynime ve yüreğime kazınan ilk şiddet mağduru kadındı. Hayat öyküsü halihazırda bir film senaryosu olarak adeta yıllarca sinemaya taşınmayı bekledi. Bergen’in hayatından esinlenen ilk deneme Aşk Ölümden Soğuktur (1995) başarısızlıkla sonuçlanınca onun varoluş mücadelesinin hakkıyla beyazperdeye uyarlanması için 2022 Mart’ını bekleyecektik. Bergen’in hikâyesi Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt’ın kalemi, Mehmet Binay ve Caner Alper’in yönetmenliği ile ete kemiğe bürünmüş. Bergen her şeyden önce doğru yazılmış, doğru çekilmiş, son derece düzgün bir biyografik film. Yıllarca Bergen’in üzerine giydirilmek istenen ağlak, ağdalı, herkesin ona acıma öyküsünün aksine bu film Bergen gibi güçlü ve yetenekli bir kadının yaşamdan vahşice koparılma hikâyesi. Bir röportajında senaristlerden Sema Kaygusuz, yıllarca süren bu anlatıyı tersine çevirdiklerini vurguluyor, “Bergen’in kudretini ona geri iade ettik” diyerek. Yaralı bereli, yerden yere savrulmuş bedenini, yüzüne atılan kezzaptan kör ölmüş gözünü değil, sahneye çıktığı anda devleşen bir şarkıcıyı hatırlamak istiyoruz. Bizlerden çalınan Bergen, sahnelerin yaldızlı kraliçesi, gazino bataklığında konservatuar eğitimli bir ses. Film, bu noktayı ustaca vurguluyor.

Kronolojik bir kurguyla, Bergen’in Mersin’deki çocukluk hayatını, ilerdeki yanlış kararlarının çıkış noktası olacak babasıyla olan sorunlu ilişkisini ve annesiyle yaşantısını izleriz. Annesi, babasıyla olan anlaşmazlıklarının ardından Bergen’i alıp Ankara’ya taşınır; terzilik yaparak zorlukla geçimlerini sağlarken kızının müzik eğitimi alması için onu destekler. Sonunda Bergen konservatuarı birincilik ile kazanır. Ankara’daki Feyman kulübe eğlenmeye giden bir çello öğrencisi olarak bir gün arkadaşlarının teşvikiyle ilk kez sahneye çıkar ve büyük beğeni toplar. Bergen daha sonra sürekli sahneye çıktığı için okulla ilişkisi kesilir ve sahne aldığı Adana’da kendinden yaşça çok daha büyük ama ona yakın ilgi gösteren biriyle, annesinin karşı çıkmasına rağmen evlenir. İşte ne olursa ondan sonra olur. Evlendiği adam onu eve kapatır, eve garip saatlerde döner, bazen günlerce ortadan yok olur. Üstelik kendisine sahte bir evlilik töreni yapan kocası, kendisine giderek artan bir şiddet uygulayacaktır. Açık Freudyen referanslarla baba sevgisi arayışındaki Bergen, yoğun ikna çabaları sonrasında birkaç kez kocasına geri döner. Ancak elbette psikolojik ve fiziksel şiddette bir düzelme olmayınca onu tamamen terk eder ve farklı şehirlerde şarkıcılık kariyerini sürdürür. Peşini bırakmayan kocası önce onun yüzüne kezzap attırıp bir gözünü kör edecek, ardından hapisten çıktıktan sonra onu bir yerde sıkıştırıp acımasızca öldürecektir. Bugün bile hâlâ bir kafes şeklinde ve binbir kilit altında yedi ay hapis cezasından sonra çıkan kocasından korunuyor Bergen’in mezarı.

Film boyunca 1959-1989 yılları arasında değişen pek çok şey olsa da, bugün bile değişmeyen tek durum karılarını, sevgililerini evire çevire dövdükten sonra geri dönmeleri için ağlayıp af dileyen, odalarını güllerle donatan sorunlu erkeklerin varlığı elbette. Bergen’den bugüne kadar yüzlerce kapalı kapılar ardında, sokak ortasında, çocuğunun gözü önünde, annesinin yanında, çalışırken, bir plazanın bilmem kaçıncı katında psikolojik ve fiziksel şiddete uğrayan, öldürülen, katledilen kadınlar gördük, görüyoruz. Böyle bir iklimde Bergen’in hikâyesinin yeni kuşaklara anlatılması ve popüler kültürün geniş ve etkili gücünün kullanılması son derece önemli.

Bergen’in haykırdığı şarkılarda o ismini artık çok iyi bildiğimiz kadınların, Özgecan Aslan’ın, Pınar Gültekin’in, Aleyna Çakır’ın, Emine Bulut’un ve daha nicelerinin isyanı gizli. Filmin bir sahnesinde kocasının onu öldüresiye dövmesinin ardından kadınlar, onu erkeklerin bulamayacağı tek nokta olan hamama götürürler. Bergen’in vücudundaki morlukları, yara bereleri hiç konuşmaksızın yine kadınlar sağıltacaktır.

Filmin başarısında Bergen’i bütün nüanslarıyla canlandıran Farah Zeynep Abdullah’ın, anne rolünde daima muhteşem Tilbe Saran’ın ve kocası rolünde kötücüllüğün karikatürü olma tehlikesine düşmeden oynayan Erdal Beşikçioğlu’nun payı büyük. Ve tabii Bergen’in dostluğu ve dayanışmayı bulduğu dansöz Nadire rolünde Nergis Öztürk’ün performansı övgüye değer.

Bergen bugün yaşasaydı 63 yaşında olacaktı. Onun isyanı artık bize emanet.