Müge İplikçi

Ayaz’ın ve bizim telafi sınavımız

Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Bu sayıya telafi sınavından önce görülen bir düş ve sonrasında uyanmak isteği biçiminde bakmak da mümkün… Aslında uyanmak doğru kelime mi emin değilim… Bu yazıya konu olan Ayaz ve onun gibi genç arkadaşlarımız bizi affetsin. Zira dünyaya geç kaldık…

Bundan sonraki yolsa belli: İklim krizi karşısında telafi konusunda sözü olanları takip edeceğiz. Başka çaremiz yok.

Mercek’teki yazımı düşünür ve “iklim krizi” etrafından dönüp dururken hayali Ayaz özelinde, çocukları öncelikle anmak istedim. Onların iklim krizinde en çok acı çekecek insanlar olduğunu biliyorum, biliyoruz. Yaklaşık bir milyar çocuğu derinden etkileyecek bir kriz bu. Üstelik şöyle bir gerçek de mevcut: Çocuk nüfusunun neredeyse yarısı iklim krizi ve değişikliğinden en çok etkilenecek “yüksek riskli” ülkelerde yaşıyor. Çocukların en büyük risk altında olduğu ülkeler sıralamasında Afrika ülkeleri başı çekiyor. Riskin en az olduğu ülkeler ise İzlanda, Lüksemburg ve Yeni Zelanda…

Türkiye bu anlamda orta riskli ülkeler arasında yer alıyor; bununla birlikte iklim bilinci konusunda dünya sıralamasında hayli gerilerdeyiz.  Paris İklim Anlaşması’nı yeni onaylamış ve alınacak önlemler konusunda neredeyse yerinde saymakta olan bir diyar kıvamındaki ülkemizin görmezden geldiği nice sınav sonucu var. Ki bu sonuçlar pek parlak değil. Umalım, dileyelim ki ülkemiz bu sınavların hiç değilse telafisinde başarılı olsun…

Mikroscope ekibi olarak ise, neredeyse bütün yazılarımızda ortak bir dille şunun altını çizdik: Dünyanın vereceği alarm kalmadı ve bunu duymazsak hepimiz kaybedeceğiz. Alın size ruhlarımızı ele geçirecek ayaz! Envai çeşit Mikroscope sevdalısı kalem, iklim krizini masaya yatırırken hep bunu terennüm etti ve bir önceki sayımızın ortak dille kurduğu bağı onaylarcasına ortak kaygımız aynı noktada birleşti: “Dünyayı duymak durumundayız.”

Nilgün Akay’ın Zerrin İren ve Buket Uzuner’le yaptığı video “PANELİMİZ” ise sanatla iklim krizini nasıl düşünebileceğimiz konusunda ilginç ipuçları sunuyor. Video panellerimize keyifle devam ediyoruz…

Gelecek sayımızın konusu ise Hoşgörü. Yazılarınızı, hatta podcast ve videolarınızı 25 Ekim tarihine kadar info@mikro-scope.com adresine bekliyoruz.

 

***

 

Ve gelelim Ayaz’ın telafi sınavına…

Telafi sınavından önce bir düş gördü Ayaz.

İçinde sıra sıra olmuş sorular ve onlara sunulmuş kem küm cevaplarla, ki doğruya doğru, ezberlemişti bunları daha önceki sınav sorularının cevapları diye; bekliyordu. Neyi mi? Hela kokusunun sindiği salonda gireceği telafi sınavını elbette. Hayat Bilgisi’nin telafisi!

Bu esnada bir greyder yan bahçede hafriyat çalışmalarını gürül gürül sürdüren hezeyanlı bir ekibin başrol oyuncusuydu.

Sonra pili bitmiş bir öğretmen gelip soruları dağıttı. Geniş bir kitleye konuşurcasına, Ayaz’ın solgun yüzüne bakmaksızın direktifler yağdırarak: “Sağa sola bakma yok, süre bir saat!” diyerek.

Kağıda baktı Ayaz.

Soru şuydu: Dünya büyülü bir yer midir? Yerde ve gökte barış nasıl sağlanabilir?

O zaman düşündü.

Ölüm oyununu yaşam oyununa çevirmek mümkün müydü? Onca devrilmiş ağacı diriltmek, yanmış hayvanların yaralarını sarmak, başına klozet geçirilmiş ormanlara itibarlarını iade etmek, bataklıkları yeniden orman yapmak, tsunamileri dalgalara karıştırıp sakinleştirmek, politikacıların hizalayıcı cümlelerini hıhı diye geçiştirmek, mümkünse işten ayrılmalarına yardımcı olmak, din adamlarını cennet dünyadır bazında yatıştırmak, vırvır anneleri vıdıvıdı babaları uzun süre geri gelmeyecekleri düş yolculuklarına çıkartmak, alışveriş merkezlerini yine dutlukların tarlalarına dönüştürmek, denizleri deniz yapmak, dağların zirvelerini karla kaplamak,  yazları dondurmalı ve ağaç gölgeli, kışları kestaneli ve soğuk olan mevsimlerin diyarlarını hayat bilgisi kitaplarında matbaacıları dinlemeksizin yeniden yaratmak, ilkbaharda uyanan doğanın eşliğinde merserize bluzlar giymek, sonbaharda kışa saklanmaya hazırlanan doğa eşliğinde tiril tiril takılmak, klimaların sigortalarını attırmak, hormonlu gıdalara çoğu insan iyidir varlığınızı herkes hak etmiyor diyebilmek… Barış deklarasyonlarının yazılmadan, kaleme alınmadan önceki zamanlarına, çok önceki zamanlarına gidebilmek ve ağaçlar diyebilmek, aslında hayatın bilgisi onlarda saklı. Yere ne kadar kök salabilirlerse o kadar göğe uzanır dalları.

Kağıda baktı Ayaz.

Soruya: Dünya büyülü bir yer midir? Yerde ve gökte barış nasıl sağlanabilir?

O zaman yazmaya başladı.

Çağdaş İngiliz edebiyatının gençlere yönelik yazanlar arasında öne çıkan yazarlarından biri olan David Almond “Dünya Büyülü Bir Yer” adlı kitabında eski bir madenci kasabasında geçen olayları anlatır bizlere. Maden ocağının metruk yüzü, hayaletler, kasabanın çocuklarına sinen maden rengi oyunlar… “Onlar zorla madene yollanan yoksul çocuklardı” dedirtir Almond, geçmişin izini süren çocuk kahramanlara. Ve çocukların oynadığı ölüm oyununu bir maden kasabasının gerçeği olarak bize sunar. Bu yüzden kurgu olarak hayranlıkla izlediğiniz kitap, konu olarak da, yaşattıkları anlamında da büyüleyicidir. Yine de sormadan edemeyiz: Gerçekten de dünya büyülü bir yerküre midir? Ya yaşam vaadi?

Hayır, pek değildir, en azından bu haliyle. Telafisi yoktur!

Neden derseniz yaşamın içinde hep bir hiyerarşi vardır. Yoksullar, çocuklar, yoksul hayalleri ve çocuk düşleri bu hiyerarşinin en zayıf halkalarını oluştururlar.

Öte yandan madenleri ellerinde tutan güçlüler yaşamın can damarlarını da ellerinde tutarlar. Yeri ele geçirmişlerdir çünkü… Bütün yaşam hikâyelerini, hatta tarihi onlar yazmak ister. Üstelik bir ara yazdıklarını da sanırlar. Madenlerde, yeraltındaki gerçek üç aşağı beş yukarı budur.

Burada yutkundu Ayaz. Boğazında düğümlenen bir şey vardı. Yine de devam etti:

Üç aşağı beş yukarı… Beş yukarıda ise gökyüzü vardı.

Son yılların dikeyleri ile gökyüzü yakındı.

Yakındı da kimin nereye yakınlığıydı bu?

Madenleri ellerinde tutanlar gökdelenleri de ellerinde tutuyordu. Üstelik göğe meydan okumaya devam ederken, aslında tarihi de o tarihe sığınan yaşamı da yine tekrar ediyorlardı. Kendilerine benzeyenlerce yazılmış o tarihi… Dikey… Dikey büyüme buydu işte. Her toplum kendi dünya görüşünü ve kendi ahlaksal tavrını yansıtan binalar diker de dikerdi. Dikey…

Her toplum sonunda hep aynı toplumdu. Yüzyılların öğretisiydi. Dünya belki büyülü bir yerküreydi ama içinde gezinmesine izin verilen sözde yaşam için aynı şeyi söylemek mümkün değildi… Telafisi olmayandı.

 

Ayaz kağıda ve yazdıklarına baktı. Elli dokuz dakika boyunca bunları yazmıştı. Sonra pili bitmiş öğretmene, dışarıdaki greyder sesine ve salona sinmiş hela kokusuna göz attı.

Ve yazdıklarını…  Derken yazdıklarını… Bütün diplomalarını dertop eder gibi kıvırıp dosdoğru o küflü çöp kutusuna salladı.

Pilsiz öğretmen duruma pilsiz pilsiz bakıyordu.Gelecek yirmi yılda şarja yatmış bir robot gibi.

Ayaz “Bunun telafisi melafisi yok!” dedi yüksek sesle. “Burada mümkün değil bu. Cevabı yok bunun burada.”

Ve salonu terk etti.

Dışarıda apansız çıkmış bir rüzgar vardı…

Rüzgarla birlikte apansız beliren bulutlar. Ayaz bir roman kahramanı gibi bulutlarla laflamaya başladı. Yaşam oyunu muydu bu? Belki…

Derken Ayaz, bu oyunu oynarken, sıra ona geldiğinde, kendisiyle aynı ruhu taşıyan bir ağacı, okaliptüs ağacını dikiverdi bir hayale. Yerle göğü dünyanın gerçek hayali gibi o tülden yaşama doladı. İşte o zaman yaşama saklanan her neyse o, dünyaya geldi geleli ilk defa belki de, kendine çekidüzen vermesi gerektiğini hayal etti, anladı. Ayaz’ın yarattığı tılsımda bu vardı.

Her şey o zaman geriye gitmeye başladı.

David Almond’ın keşfettiği romanından geriye. Ölüm oyunundan geriye. Onu okuyandan geriye. Maden kasabasından geriye. Gökdelenlerden geriye. Yeraltından ve gökyüzünden geriye. Hela kokan telafi sınavından geriye. Greyder yan bahçeye dalmadan öncesine. Çöplüklerden geriye. Çöp kutularından geriye. Diplomalardan geriye.

Okaliptüs ağacının kökleri derinleştikçe, geriye; okaliptüs ağacının  dalları gökyüzüne erdikçe geriye… 21. yüzyıl, 20. yüzyıl, 19, 18, daha da geriye. M.Ö. Ve daha da geriye.

Her şey geriye sarmaya başladıkça okaliptüs ağacı büyüdü ve dünyanın adına yaşam denilen bütün bataklıklar kurumaya başladı, yerine ormanlar gelmeye, rüzgarlar çıkmaya, yedi güne, tüm bunların yerine yeni cümleler kurulmaya, yeniden, yeni yaşamlar yazılmaya başladı. Ve bütün telafi sınavları yerini büyülü bir dünyaya bırakıverdi.

 

***

 

Telafi sınavından önce böyle bir düş görmüştü Ayaz. Sonra cep telefonunun alarmıyla uyanıverdi.

 

Bu sayıya katkıda bulunan kalemler…

Ben Cengiz Yakut

Gülümsün Tansev

Gülşah Babayiğit

Selda Coşgun

Gülçin Karabağ

Dilek Emir

Tamer Durak

Cem Özel

Serpil Öktem

Zeynep Güzelil

Müge İplikçi

Gözde Uskur

Başak İdil Özen

Tuğba İçer

Naz Beykan

Berna Kuleli

Özcan Yurdalan

Samet Fidan

Özlem Akıncı

Zeynep Tibet