Gülümsün Tansev

Bir Pazar Günü

Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Gamze gözlerini açmayı denedi ama yüzü acıyla kasıldı, hemen gene kapattı, suyu tükenmiş göl gibiydiler. “Ah şu ekran süresi, gene tadını kaçırdım anlaşılan” diyerek akşamdan hazırladığı doğal gözyaşı damlasını komodinin üzerinde el yordamıyla arayıp buldu. Göz kapaklarını biraz aralayıp sihirli sıvıyı içine sıktı. Yataktan çıkmadan bir süre sırtüstü yatıp bekledi. Nem gözlerine yayıldıkça dindi acısı. Kalkıp perdeleri araladı. Telefonu şarjdan alıp açtı. Cama sırtını dönüp, manzaraya sadece gözlerini katarak bir selfie çekti. Telefonda bir yazı belirdi. Okuyup suratını ekşitti.

“Ay bulut vay bulut* sıkıştır biraz resimleri, hadi bugün de idare ediver, inan yarın sana kocaman bir yer satın alacağım. Ancak bugün olmaz ay bulut çünkü hiç vaktim yok.” 

Telefona göz kırptı “Anlarsın ya…”

 

Sabahlığına sarınıp çıktı odadan, mutfakta fincanına kahve doldurdu sonra babasının odasına girip köşe koltuğa oturdu.

“Günaydın” dedi Roza.

Gamze gülümsedi “Oh! Bakıyorum keyfiniz yerinde”.

“Öyledir” dedi Roza “Anton Bey’i tıraş ettim, saçlarını taradım, şimdi de…”

“Roza’cığım Anton Bey değil, Adnan Bey.”

“Ya boş ver, baba aynı Anton. Bizim orada yan sokakta otururdu, iş çıkışı onun evinde çok votka içer, çok güler, sonra neler…”

“Anlaşıldı, yani sen ‘İnadım inat’ diyorsun.”

“Yok be yahu, o da ne demek?”

“Yani ‘Anton’ demeye devam et, demek. Yaptığın salatalar ve çorbalar için ben katlanabilirim, onun içinse hiç fark etmez.”

“Öyledir. Şimdi ben Anton’a yumurta yapacak. Sen oturuyorsun.”

Roza odadan çıkınca Gamze kahvesini alıp babasının yanına, kanepeye geçti. Babası Roza’nın gittiği yöne bakıp ‘Ro, Ro, Ro’ diye gırtlağından soludu. Seslenmekten çok erkek çocukların arabayla oynarken çıkardıklarına benziyordu bu hırıltı.

“Meraklanma uzağa gitmedi, gelecek şimdi” dedi Gamze “Sana kahvaltı hazırlıyor.”

Bir yandan maillerine bakarken babasının elini kendi başının üstüne koydu. “Hadi karıştır bakalım saçlarımı.”

Adnan Bey’in dudakları hoşnutlukla yayıldı. Parmaklarını okşar gibi oynattı ama değişen bir şey olmadı. Gamze saçlarını taramamıştı ki. Birden gülmeye başladı, o da okşar gibi babasının saçlarını karıştırdı. Ah bu eski oyun… Her sabah acımasızca yapardı bunu baba kız uyanır uyanmaz.

Roza tepsiyle geri geldi. “Vay! Gene ne yapmış benim Anton’uma? Şu saçlara bak…

Gamze boş kahve fincanıyla fırladı çıktı odadan.

“Onun Anton’uymuş, daha neler… Vallahi bu ikisini kıskanıyorum. İkinci bahar dedikleri bu, hiç şüphe yok. Yahu ben daha birinci baharı bile yaşamadım” diye söylenerek kendi odasına girip kapısını kapattı.

 

Birbirine âşık bir anne babadan doğmuştu Gamze. Çocukluğu ve gençliği onları izleyerek geçmişti, onlara özenerek ve günün birinde sevgi dolu bir yuva kuracağına inanarak.

Duygu Hanım ölünce Adnan Bey hastalanmış sonunda yatalak olmuştu. Gamze bir başına hem evi hem işi nasıl üstleneceğini kara kara düşünürken aynı okulda öğretmen olan bir arkadaşı Roza’yı önermişti. Ro, Ro, Ro dünyanın en bulunmaz nimetiydi.

 

Duş alırken spotify’a yüklediği müziklerden birine öylesine basıverdi. 

Love of my life you’ve hurt me / Hayatımın aşkı beni incittin

diye seslendi Freddy Mercury. Gamze ağlamaya başladı. Kendi bile fark etmedi suyun altında akan yaşları. Ellerini kuruladı ve sonrakine geçti.

There must be more to life than this / Hayatta bundan daha fazlası olmalı.

Gene yüzü gülmedi ama Freddy’nin sesi yüreğine akarken kapatamadı, sonuna kadar dinledi.

 

Kurulanırken arkadaşlarını arama zamanı geldiğini biliyordu. Dolaptan üç elbise çıkarttı. Sırayla üstüne giydi ve tek tek resmini çekip iki arkadaşına snap attı. Cevap beklerken kendini okşayarak kremleniyor, böylelikle heyecanını bastırıyordu.

 

Ders aralarında dertleştiği iki arkadaşı vardı. Onlar pahalılık, akşama ne pişirelim, kızın ceketi, oğlanın spor pabucu diye konuşurken, bir yandan da Gamze’ye akıl verirlerdi.

“Kızım burası ilkokul, anneler babalar en erken çocukları ortaöğretime geçince boşanır. Kısaca boşanmış bir baba bulma ihtimalin sıfır. Gir Tinder’a bul kocayı. Ne sanıyorsun, artık herkesin yaptığı bu.

“Ya siz?”

“Biliyorsun benimki kuzenim.”

“Benimki de ilkokul arkadaşım.”

“Yahu ben neden hiç koca bulamıyorum?”

“Sen bize ne bakıyorsun, bizimkiler rastlantı işte… Tinder’a gir, çekinme.”

“Acele et, otuz beşine gelmeden sitelere gir ve araştır, dinle bizi.”

 

İşte o gün gelmişti. Telefon ‘Bip’ diyince hemen baktı. Sarı diyordu ikisi de, öteki kombinler çok krinçmiş. Sarı elbisesini iki gün önce almıştı. Biraz utansa da evlenme sitesinden bulduğu Doğan’la buluştuğunda giymek için. Arkadaşlarının onayı içini rahatlattı. Onların dediğine göre, sadece dikkatli olmalı, kalabalık ortamlarda görüşmeli, sabırla kendine zaman tanımalıydı.

Sarı elbisenin yanına topuklu pabuçlarını ve çantasını koyup hepsine bir arada baktı. “Eh oldu işte, fena değil” diye mırıldandı. Diğer iki elbiseyi dolaba kaldırdı. Hazırdı ama saate göre daha çok vardı evden çıkmasına. Bol suyla kollajen tabletini yuttu. Instagram’da gezinmeye başladı. Yatağın üzerine serdiği kıyafetlerin yanına hyaluron içeren krem kutuları, saç fırçası ve rengârenk eşarplar koyarak fotoğrafını çekip hikâyesinde paylaştı. Temmuz özeti adı altında ve hafif bir müzik eşliğinde eski resimleri ekrandan sırayla geçerken ne kadar yalnız olduğunu görüp içini çekti. Üstünde biriken hüzün kırıntılarını silkeleyerek YouTube’a girdi. Ana sayfayı okurken bir dünya serildi önüne. İşaret parmağıyla kaydıra kaydıra ilerledi. Ah keşke daha çok zamanı olsaydı…

Telaşla Google’a girdi, “Doğal makyaj nasıl yapılır?” yazdı. Önüne bir dizi güzel kadın çıktı. Onlara baka baka boyadı yüzünü.

 

Kafe eve yakındı. Topuklu pabuçlarla bile kolaydı ulaşım. Hemen tanıdı Doğan’ı, köşe bir masaya oturmuş onu bekliyordu. Nedense heyecanlı bile değildi. Sınıfa girer gibi alışkın adımlarla girdi içeri ve gülümseyerek yanına gidip selamladı.

Telefonu çantadan çıkartıp masanın üstüne koydu. Kafede ikili, üçlü, çoklu gruplar oturmuş her biri kendi telefonuna bakıyor, arada yanındakine ya da karşısında oturana doğru çevirip bir şeyler gösteriyordu. Doğan’ın telefonu neredeydi, cebinde miydi? Konuşma sırasında Gamze açıklama gereğini duydu.

“Babam rahatsız da, telefon onun için…”

“Haklısınız, elbette, geçmiş olsun.”

Konuşma önce havadan sudanla başlayıp daha özel konulara doğru ilerlerken elinde aynayla dolaşan bir çocuk girdi kafeden içeri. Oldukça büyük, yepyeni görünümlü aynayı tek tek masalara gösteriyor, “Sizin mi?” diye soruyordu. Telefondan başını kaldırıp bir an aynaya bakanlar “Hayır!” diyor veya sadece başını sallamakla yetiniyor, hemen kaldığı yere dönüyordu. Tam onların masasının önünde garson çocuğu yakaladı ve sordu.

“Ne işin var senin burada?”

“Abi ben yan sokaktaki çerçevecinin çırağıyım. Bir bey bu aynaya bu çerçeveyi yaptırdı ve bitince buraya getirmemi söyledi. Onu arıyorum, bulamadım bir türlü.”

“Anladım, gel birlikte arayalım.”

 

“Nerede kalmıştık?” dedi Doğan.

“Evlenip aile kurmak konusuna kadar gelmiştik” dedi Gamze.

“Evet evet, özellikle annem çok istiyor bunu.”

“Acaba uygun muyuz?”

“Bunu anlamak için sık sık görüşmeliyiz. Ne dersin?”

Gamze gülümsedi: “Mantıklı”.

 

Dönüş yolunda Gamze pastaneden tavukgöğsü aldı. Babası ve Roza kanepede oturmuş yan yana film izliyorlardı. Roza hemen fırladı yerinden.

“Ne getirdin bize?”

“Bil bakalım…”

“Bildim, tavuğun memesidir. Anton’um bayılır. Hadi durma, getir tabak yiyelim.”

“Ben yemem gece vakti, hepsi sizin olsun. Şimdi verin bir poz.”

Roza hemen Adnan Bey’e sarıldı. Gamze tuşa bastı ve çektiği resme baka baka odasına doğru yürüdü. 

Hiç oyalanmadı, hatta üstünü bile çıkarmadan arkadaşlarına mesaj yolladı.

-İyi geçti, gene buluşacağız.

-Kız geberttin meraktan!

-Ay sevindim, hadi inşallah.

-Yarın anlatırsın teneffüste.

-Tüm detayları isteriz, bak ona göre…

-Elbette, hadi iyi geceler.

-Sana da.

 

Çarçabuk soyundu, ışıkları kapatıp kendini yatağın tam ortasına sırtüstü attı. Sanki içinde bir ferahlık var gibiydi. Tam yorganı üstüne çekmişti ki telefon çaldı. “Kim bu saatte, neden arar ki, mesaj yazsa olmaz mı?” derken annesinin sesini duydu.

“Kızım nasılsın, baban nasıl?”

“İkimiz de iyiyiz anneciğim. Sen nasıl aradın beni telefonla, yoksa ölmedin mi?”

“Öldüm yavrum, elbette öldüm ama bizim de artık telefonumuz var. Öbür dünyadan da rahatça konuşuluyor işte.”

“Nasıl yani?”

“Çok kolay. Ölü canlarla** ilişkiler ofisine adını yazdırıyorsun, sıra sana gelince istediğin telefonu veriyorlar.”

 

Gamze yan dönünce telefon elinden kaydı ve yorganın kıvrımları arasında kayboldu.

 

 

                                                                          ***** 

 

* Ay bulut vay bulut: iCloud’a gönderme yapılıyor.

** Ölü Canlar:  Nikolay Gogol tarafından 1842 yılında yazılmış bir romandır.