Serpil Öktem

Hoşça Kal Diyarbakır…

Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Bir dersten bütünlemeye kaldım. Buna rağmen not ortalamam yüksek olduğu için İstanbul’a yatay geçiş yaptım.

 

Yaptım yapmasına da…

 

Son sınavdan çıktığımızda güvenlik odasının camekânının önünde bir kalabalık. Hangi dersin sınav sonucu açıklanmış diye şaşkın şaşkın kalabalığa karışmak üzereyken kendimi bahçede buldum. Beni bahçeye sürükleyen arkadaşlarımın konusu camekândaki sınav sonucu değildi. Hararetle ve abartılı bir şamata ile mezuniyet balosu programını konuşuyorlardı. Camda asılı sınav sonucu diyecek oluyorum umurlarında değil. Az sonra sınavda olması gereken üst sınıftaki en yakın arkadaşım koşarak bize doğru geldi; kolumdan çekiştirerek okulun bahçesinden dışarı çıkardı beni. “Bak, ağlamak yok” diye başlamasıyla vücudumda bir uyuşma, dudaklarımda kontrolsüz bir titreme. “Kaldım değil mi?” Cevabı ilginçti: “Kalmadın, bıraktı seni. İstanbulliiii seni göndermeyeceğim diye takılıyordu ya, ben sana yatay geçiş yapacağım diye ortalarda konuşma diye tembihlemiştim, işte bu yüzdendi” dedi. Sinirim bozulmuştu, hatta coşup ağlamaya başladım. Ağlama sonrasının dinginliğine ulaşınca, okulun bahçesine geri döndük. O şamatalı mezuniyet balosu sohbeti bitmiş, arkadaşlarımız derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi.

 

Okuldan çıkıp yürüyerek havalar ısındığından beri zaman zaman gittiğimiz ağaçların altındaki çay bahçesine gittik. Yol boyunca, bir sürü ihtimal konuşuldu. En revaçta olanı ise İstanbul’a dönmeyip okulu burada bitirmemdi. Olmazdı. Yatay geçiş yapacağıma söz vermiştim. Aslında planım, sınav sonuçları açıklanana kadar kadar kalıp, yatay geçiş için gerekli belgelerimi alıp gitmekti. Bu arada dönmeden önce Diyarbakır’ı gezecek, yurtta veda partisi yapacak ve gideceğim gün bir sürü renkli balon alıp, otobüse binerken balonları deniz hasretimi gideren uçsuz bucaksız masmavi gökyüzüne bırakacaktım.

 

Şimdi ne olacak peki diye düşündüm onlar konuşurken. Beklemenin bir sebebi kalmamıştı. Bütünlemeye kalmış olmama rağmen pazartesi akşamı için bilet aldık bir otobüs yazıhanesinden. Arkadaşlarımın bu ani gitme kararımdan gücendiklerini hissetsem de aldırış etmedim. Onlar tüm hoşgörüleriyle bu hayallerin bir kısmını gerçekleştirmek için plan yaptılar, ertesi sabah Sera’da buluşacaktık.

 

Diyarbakır Surları’nın dibinde, derme çatma bir öğrenci kahvesiydi Sera. Kışın bazı günler okul çıkışı gider, tam ortasına kurulmuş o güne kadar gördüğüm en büyük demir sobanın etrafında otururduk. Küçük bir arkadaş edinmiştim orada, sekiz-dokuz yaşlarında ayakkabı boyacısı Cabbar. İlk tanıştığımız günlerde, akıllı akıllı ona buna laf yetiştirince boş bulunup “Sen ne sevimlisin ya” dediğimde “Bana sevimli deme, ben erkek adamım!” diye posta koyan küçük adam. Bir zaman sonra kaynaştık. Ne zaman geleceksin diye sorar, sözleşir olduk. Sohbet ederken bir gün, “Cabbar neden okula gitmiyorsun?” diye sordum. “Gideceğim, kardeşlerim büyüyünce, şimdi babama yardım ediyorum” dedi. O sırada biri “Cabbar gel, şu ayakkabılarımı boya bakalım” diye seslendi. Koşarak gitti, kendinden büyük sandığını bıraktığı köşeden çekiştirerek aldı; işe ve sohbete koyuldu. Bir süre onu izledim. İşini bitirince bir kenara gitti, oturdu. Yanıma gelmedi. Bana tavır almıştı. “Cabbar” diye seslendim, “ben kaybolmaktan biraz korkuyorum, benimle çarşıya gelir misin?” Sert bir sesle “Gelirim” dedi. Boya sandığını kendince güvenli bir yere yerleştirdi. Çıktık, havalar soğumuştu, kalın birkaç çorap aldık, sonra bir pastaneden çayın yanına poğaça ve renkli kuru pastalardan… “Kitapçı var mıdır burada Cabbar?” dedim. “Vardır elbet” dedi. “Ben aslında öğretmen olmayı çok istiyordum, biliyor musun?” dedim. Şaşırdı, “Sen zaten öğretmen değil misin?” dedi. Oysa hukuk okuyunca ne olacağımı sormuş, kötüleri hapise atmamı istemişti. “Tamam,” demiştim. Sonra, kaşlarını çatıp yüzüne yerleştirmeye çalıştığı sert adam ciddiyetini bir kenara itip çocuk şaşkınlığı ile “Ama sen kızsın ki” demişti. “Aşkolsun sana, yapamaz mıyım” diyerek bir kahkaha atmıştım. Telaş ile tekrar kaşlarını çatıp, “Ben bilmem” demişti.

 

Çarşının gürültüsü ve itiş kakışla yola taşmış tezgâhların arasına sıkışmış küçük kırtasiye dükkanına girmiştik. Harfler, heceler aldık, bir tane defter, kalem, silgi, kalemtıraş. Bir de boyama kitabı ve kuru boya kalemleri koydurmuştum poşete. Ben alışveriş yaparken Cabbar, kokulu silgileri tek tek kokluyor, her bir silgiyi kokladığında çatık kaşlı sert bakışlarını, çocuk sevinci okşuyor, yumuşatıyordu. “Hadi onu da al” demiştim. Kokulu silgiyi torbaya koydurtmamıştı. Elinde koklaya koklaya öğrenci kahvesine dönmüştük. Sonra ders programı yaptık. Haftanın iki günü benim dersim üçte bitiyordu, buraya gelip ders çalışacaktık. Hafta sonu? “Olmaz” dedi, “çok işim oluyor.”

 

Cabbar çok kısa zamanda okumayı sökmüştü. Heceleyerek dahi olsa tabelaları, gazetelerin başlıklarını okumaya başlamıştı. Ama boyama kitabına elini sürmemişti. Daha çok okuması konusunda ısrarcı olduğumda bir müddet ortadan kayboluyordu. Sonraları havalar ısınınca ağaçların altındaki bir çay bahçesine gitmeye başladık. Derken bizim sınavlar başladı, derslere daldık. Cabbar’ı daha az görür olmuştum.

 

Hafta sonu gezisi için Sera’da buluşunca, çaycı çocuğa, gideceğim otobüsün saatini Cabbar’a söylemesini tembihledim. Bu sayede Cabbar, beni yolculamaya gelenler arasındaydı, avucunun içini açtı, küçülmüş, kararmış kokulu silgiyi gösterdi, “Sana mektup yazacağım” dedi. Çok sevdiğim baklava desenli, hardal renkli hırkamı ona verdim. “Bu hırka benden sana hatıra kalsın, beni unutma olur mu” dedim. Onu, o hırkanın sıcaklığına emanet etmek istemiştim. Bu hırka bilmediğim bir diyarda beni korumuş, gözetmişti. İstedim ki büyüklerin dünyasında onu da korusun, gözetsin… İlk kez sarıldık birbirimize. O, küçük bir çocuk olup başını omzuma dayadı ve bir müddet öyle kaldı. Sonra gözlerimi kapattım ve bu kez onu gökyüzüne emanet ettim.

 

İki gün sonra sonra bu büyülü şehre veda ederken Keçi Burcu, Hevsel Bahçeleri ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu ev de geride kalacaktı.

 

“Ne doğan güne hükmüm geçer,

Ne halden anlayan bulunur;

Ah aklımdan ölümüm geçer”

 

diye okumaya başladığımda “Ay, ne ölümü bu yaşta. Tövbe tövbe, neşeli şiirler oku” diye söylenen teyzeme karşılık olarak verdiğim o mısralar da cabası:

 

“Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

VE gönül Tanrısına DER Kİ:

– Pervam yok verdiğin elemden

Her mihnet kabulüm, yeter ki

gün eksilmesin penceremden.”

 

O yıllarda dönüp baktığımda, insanların kader günleri olduğunu düşünüyorum. O kader günlerinde yürüdüğün yaşam yolunda birden yol biter ve ikiye ayrılır. Seçim yapman gerekir. Seçtiğin yol seni  kendin yapacak kaderinin yolu olur. Hoşça kal Diyarbakır!!!

 

 

Günlerden bir gün…..

 

Baroda Çocuk Hakları Komisyonu’nda suça karışan çocuklarla ilgili çalışmalara katılıyor, karakollarda ve mahkemelerde çocuklara müdafilik yapıyordum. İskelede bir gün önce katıldığımız iklim krizi gösterisi sırasında bir hırsızlık olayı olmuş. Bir çocuk yakalanmış, karakoldan çağırdılar. 13-14 yaşlarında, zayıf, esmer bir çocuk… Diyarbakır’ın bir köyünden kaçırıldığını, adresini bilmediği bir evde çıplak fotoğraflarının çekildiğini ve hırsızlığa zorlandığını, yeminler ederek gözyaşları içinde anlatıyor. İyi güzel de çocuğun kimliği yok, ailesi yok. Her soruya verdiği tek cevap “Vallah billah beni kaçırdılar, bilmiyorum.” Karakoldaki işlemler bitince çocukla beraber nöbetçi savcılığa gittik. Savcı soruyor. “Vallah billah bilmiyorum.” Hâkim soruyor. “Vallah billah bilmiyorum…” Olan oldu ve hakim, çocuğun kimliği tespit edilene kadar tutuklanmasına karar verdi.

 

Samet Güzelyurt, her cezaevi ziyaretimde aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. “Samet” dedim bir gün, “vallah billah kimliğini tespit edemezsek burada kalırsın, ona göre.” “Abla” dedi, “bizim köy yok, yaktılar.” “Sen söyle” dedim, ismini verdiği köyün ilçe nüfus müdürlüğüne telefon ettim. Müdür, ertesi gün arayıp çocuğun nüfus kaydını bulduğunu, altı kardeş olduklarını, babalarının dört yıl önce öldüğünü ve nüfus kaydına göre 15 yaşında olduğu bir çırpıda anlattı. Aynı zamanda çocuğun köylerinin yakıldığını doğru söylediğini ama gidip çocuğun ailesini bulmaya çalışacağını söyledi. Mahkemeye gelen kayıtlara göre Samet’in Cabbar isimli kendinden küçük bir kardeşi vardı. Müdür, birkaç gün sonra köy halkının göç ettiğini, aileyi tanıyan kimseyi bulamadığını haber verdi.

 

Hâkim, yaşı küçük olduğu ve suçu işlediğine dair kesin deliller olmadığı gerekçesi ile Samet’in tahliyesine karar verdi. İşlemler devam ederken hâkim beyle birlikte memurları ve beni, aldı bir düşünce. Bu çocuk ya doğru söylüyor ve çetenin eline düşmüşse… Hakim bey Çocuk Esirgeme Kurumu’nu aradı, “Alamayız” dediler. “Karakolda yatsın kalksın birkaç gün” dedi, karakol amiri “Olmaz efendim, suç işlemiş oluruz” dedi. Bundan sonrasını hiçbirimiz düşünmedi… Sonuçta mesai bitti ve çocukla ben başbaşa kaldık. Büroya gittik. Birkaç arkadaşımın durumdan haberi vardı, geldiler. Çocuğu güvenle teslim edeceğimiz bir yer aramaya devam ettik. Ama bütün kapılar yüzümüze kapanıyordu. Tek olumlu cevap, Sokak Çocukları Derneği’nden geldi. Büroda beklememizi, bir çözüm bulana kadar kendi yurtlarında birkaç gün misafir edebileceklerini söylediler. Beklemeye başladık. Bir ara mutfakta ortalığı toplarken Samet geldi. “Abla” dedi. “sana bir şey söyleyeceğim; ben profesyonel hırsızım. Hakkını helal et, çok uğraştın’ dedi ve ellerini uzattı. Parmakları ince uzundu ve hiç dikkatimi çekmemişti, sol elinin baş parmağı yoktu. Anlatmaya devam etti. Diyarbakır’dan tanıdığı arkadaşları ile bir çete kurup İstanbul’a gelmişler. İşinin uzmanı çete reislerinden tırnakçılık, tantanacılık, kapkaççılık eğitimleri almışlar. Yutkundu “Ben” dedi, “çeteler arası transfer oluyorum.”

 

Derin bir rüyada seyirci gibiydim.

 

O salya sümük iç dağlatan bir ağıtla ağlayan çocuk gitmiş yerine oldukça düzgün konuşan, mesleğinin ehli, kendinden emin genç bir adam gelmişti. Hadi ben neyse ama yılların polisiyim diyen karakol amiri? Hâkim bey? Adliyedeki memurlar? Bunu nasıl atlamışlardı… Gözlerim, üzerindeki hardal rengi, baklava desenli hırkaya takıldı. Şehirden ayrılırken Cabbar’a verdiğim hırka mıydı bu? “Sen” dedim, “Suriçi’nde ayakkabı boyacılığı yapan Cabbar’ı tanıyor musun?” İçimin titremesi önce dudaklarımdan çıktı sonra kulaklarımda çınladı bir an. Bu sorunun kaç cevabı olabilirdi ki? Cevabı beklemeden   mutfaktan çıktım, koltuklardan birine çöktüm. Baştan beri çocuğa inanmayan arkadaşıma “Haklıymışsın” dedim. Sanki bahis oynamış gibiydik ve maç bitmişti.

 

Gece yarısına doğru, Sokak Çocukları Derneği’nden beklemekte olduğumuz gönüllü geldi. Bahsi kazanan arkadaşım Samet’ın itirafını bir nefeste anlattı. Adam eliyle işaret ederek onu susturdu. Samet bundan aldığı cesaretle bana doğru gelip, “Ben bu işleri bırakacağım sana söz veriyorum abla. Cezaevinde iken çok düşündüm, amcalarım Antalya’da inşaatlarda çalışıyor, onların  yanına gideceğim” dedi. “Sen bilirsin” dedim. “Tercih senin.” O an, yüzünü hafızamdan sildim ama ismi ve elleri aklıma kazınmıştı.

 

Dünyayı tehdit eden küresel ısınma tehlikesine karşı imza atarken hastanede yatan babasının ameliyat parasını kaptıran adama mı yanayım bu sahipsiz çocuklara mı? Daima sorunların gerisinde kalan devlete mi?

 

Bu sorular o gün de vardı bugün de var. Değişmiyor.

 

Gecenin bir saati evlerimize dağıldık.

 

Geçenlerde bir gün……

 

Her yıl mart ayında Antalya’da uluslararası bir maraton düzenleniyor. Runtalya. Birkaç senedir koşucu arkadaşlarımıza destek olmak üzere birkaç arkadaşımızla biz de katılıyoruz. Dünyanın bir sürü ülkesinden ve Türkiye’den çok sayıda insan var. Her yıl aynı otelde kalıyoruz. Bu yıl otel yönetiminde hissedilir farklılıklar var. “Otel el değiştirdi” dedi garson kadın. Oteli Güzelyurt kardeşler almış. Diyarbakırlı dört erkek kardeş. “Ben de Diyarbakır’ın Silvan ilçesindenim” dedi kadın, “çalışma arkadaşlarımızın birçoğu Diyarbakırlı. Samet Bey hepimizin ailelerini ikna etti, kendi açtığı Turizm Meslek Lisesi’nde okuttu” diye minnetle anlatıyordu. Derken birisi onu çağırdı. Bu yüzden sorum da havada asılı kaldı: “Samet Bey’in Cabbar isimli kardeşi var mı?”

Var mıydı sahi?