Olive Maron

Koca Komşu: Habibi Neccar

1981 yılında Antalya’da doğdu. Eğitimini Selçuk üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği ve Süleyman Demirel Üniversitesi Tıbbi ve Aromatik Bitkiler bölümünde tamamladı. Anadolu üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimini 4. sınıfta bıraktı. 20 yıldır bitkilerin insan sağlığı üzerindeki olumlu olumsuz etkileri üzerine çalışmalar ve araştırmalar yapmaktadır. Bu süreçte kişisel gelişim ve ruhsal öğretiler üzerine sayısız kaynak ve eğitimle gelişimine devam etmektedir. Bir çocuk annesi ve inşaat sektöründe 13 yıldır üst düzey yönetici olarak çalışma hayatına devam etmektedir

Uzun zaman sonra ziyaret ettiğim bu şehrin insanları, yemekleri kadar mükemmeldi. Bütün gün ağırlanmaktan ve davet edilmekten doğru düzgün iş bile yapamamıştım. Ama önemli değildi, çalışmak için iki günüm daha vardı, hem de iyi ilişkiler kurmak benim işimin parçasıydı. Bütün gün dar sokaklar, künefeciler, kapalıçarşı, müzeler, kebapçılar derken Hatay’ın altını üstüne getirdim. Harbiye’deki Şelale’de yorgunluk kahvemi içip, ilk sokak lambasının yandığı Kurtuluş Caddesi’ne, eski bir dostu görmeye geldim. Uzunca bir sarılma, karşılama sefasından sonra, oturup eskileri yâd ettik. Bir ara gözüm pencereden dışarıya takıldı. “Şu dağın ismi neydi?” diye sordum arkadaşıma. “Habibi Neccar” deyince, efsanesi aklıma geliverdi. O an, yoğun ısrarlarımla beni hiç kırmayan arkadaşımın ağzından sözü almıştım nihayet. Yarın sabah hayranlıkla izlediğim, yoğun bir enerji hissettiğim bu dağa beni götüreceği için çok mutlu olmuştum.

Öğlen saatlerinde başlayan rüzgâr, akşam trafiğinin en yoğun olduğu saatte hızını artırmış, otobüs durağında bekleyen insanları, camın arkasında birbirine yaklaştırmıştı. Herkes bir an önce eve gitmenin telaşında, ben ise yabancısı olduğum bu şehrin kalabalığında, akşam yemeği için davet edildiğim restorana gitmek için, aracımı park edecek yer arıyordum. Bütün gün iş ziyaretleri ve keşif gezmeleriyle geçtiği için yorgunluğum gözlerimden akıp, ayaklarımdan çıkıyordu âdeta. Bir otopark bulup aracımı park ettim. Gideceğim yere yürürken, yarın hep görmek istediğim Habibi Neccar dağına çıktığımda, bende oluşturacağı derin hazzı düşünerek, o anı hissetmeye çalışıyordum.

Yemek davetine iyiden iyiye geç kalmıştım. Adımlarımı hızlandırırken, trafiğin gürültüsünde bir korna sesiyle irkildim. Burnuma gelen yanık kokusuyla etrafıma bakındım. Apartmanlardan başka bir şey görmüyordum. Biraz ileride insanların toplanıp bir yere baktığını fark ettim. O sırada itfaiye arabaları, yola bilezik gibi dizilmiş araçları bir anda sağa sola dağıtarak hızlıca geçip gittiler. Burnuma gelen yanık kokusu iyice keskinleşip çoğalmıştı ki kalabalığın yanına ulaştığımda gözlerime inanamadım. Habibi Neccar kızıllara bürünmüştü. O an içimdeki ürpertinin manasını size anlatamam. Bir volkan patlamasının verdiği çaresizlik gibi, koskoca dağa sarılıp ağlamak istedim. Belki gözyaşlarım yarın gitmek için hayalini kurduğum bu dağın feryadına çare olurdu.

Restorana gittiğimde, üzgün ve şaşırmış ifademle olanları anlattım. Çevredeki mekânlardan gelen müzik seslerinin içinde, hiç kimse olan bitenin farkında bile değildi. Herkes sohbetinde, eğlencesindeydi. Ben ise yaşadıklarımın etkisini üstümden atamadığım için, bulunduğum yerden erkenden ayrılarak otelime yerleştim.

Bunca zamandır gitmeyi istediğim bu mistik dağı, sabaha kadar penceremden, gözlerimi kırpmadan izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Nasıl bir tesadüftü? Bir anlamı var mıydı? Şehrin ortasında öyle bir feryattı ki görüntüsü, kaçışan canlılara su yetiştirir gibi içime ağladım, yine de kendimi ferahlatamadım.

Üstü dumanla kaplanmış bir Hatay sabahına uyandığımda tek düşündüğüm, işlerimi bir an önce bitirip memleketime dönmekti. Kalmaktan vazgeçmiştim. Akşam Hatay’dan ayrılırken dedim ki koca komşuya, seni tanıdığım gün gibi görmeliyim, aynı heves ve istekle aynı derin hislerle. Sincapları koşuşan, kuşları uçuşan, yeniden yemyeşil bir Habibi Neccar’a kavuşmak dileğiyle, sağlıcakla kal.